Paralar... Paralar, Bozulmasın Aralar

Enflasyonun neredeyse doruk yaptığı yıllardı. 1 milyonluk kağıt lirayla simidin bile güç alındığı bir dönemi yaşıyorduk. Bir İngiliz takımı (sanırım “Leed’s United”) Galatasaray ile UEFA kupası için Türkiye’ye gelmiş, İngiliz holiganlar olaylar çıkarmıştı. O kavgalar sırasında bir otobüse bindirilerek kaçırılan İngilizlerden biri 1 milyon TL’lık eski banknotu, tuvalet kağıdı muamelesi yaptığını telmih eden galiz bir gösteriyi otobüsün penceresinden sergilemişti… Yunanistan’ın karşılaştığı krizle ilgili alınan kararlara baktığımda, trilyon dolarların havada uçuştuğu tedbirleri izlerken o İngiliz'in yaptığı çirkin gösteriyi anımsadım.

Bir zamanlar (1853-1876) Osmanlıların içine düştüğü borç tuzağına bu kez gelişmiş kapitalist ülkeler düştü. Büyük finans krizinin arifesinde bir trilyon dolardan fazla dış borcu olan ülkeler şöyle sıralanıyordu:

İrlanda İspanya

İsviçre İtalya

İngiltere (9 trilyon) ABD (13.5 trilyon)

Hollanda

Belçika

Fransa (5 trilyon)

Almanya (5.250 trilyon)

Serbest piyasacı ülkelerin toplam borcu ise 50-60 trilyon arasındadır ve borcu yeni borçlarla kapattıkları için yük artarak büyümektedir.
Ülkelerin borçlanma mekanizmalarına baktığımızda, 1970’lere kadar, dış borçlanmada OECD, IMF ve Dünya Bankası önemli rol oynamaktaydı. Bu arada yardım vb adlarla da ülkeden ülkeye borç verilebiliyordu. Örneğin 1970’li yıllara kadar ABD ve OECD ülkeleri Türkiye’ye yardım ya da benzeri adlarla borç vermişlerdir. Ne var ki 1970’li yıllardan itibaren borç alma mekanizması yapısal bir değişikliğe uğramıştır. Bunu basite indirgeyerek anlatmaya çalışalım. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren T.C Hükümetleri iç borçlanma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardır. O dönemde Merkez Bankası görevini üstlenen Osmanlı Bankası acil bir ihtiyaç karşısında, hükümete avans vermeyi kabul etmeyince Ulusal Banka sorunu gündeme gelmiş, 1924’de “İş Bankası” bu nedenle kurulmuştu. Daha sonra Merkez Bankası oluşturularak sorun kesin olarak çözümlenmiştir.

Türkiye’nin ilk iç borçlanma girişimi 1917’de gerçekleşmiştir. “İstikraz-ı Milli” diye propagandası yapılan bu girişimin başarılı olduğu söylenemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında birkaç küçük denemeye rastlıyoruz. Demiryolu inşaatlarının hızlandığı dönemde Ankara-Sivas hattının yapımının finansmanı bağlamında bir iç borçlanma girişimine rastlıyoruz. Merkez Bankasının kurulmasından sonra devletin nakit gereksinimleri “Hazine Bonosu” karşılığı bu banka tarafından yerine getirilmiştir. Bu mekanizma, 1950-60 döneminde toplam nakit arzının büyümesine neden olarak enflasyonu yükseltince eleştirilerle karşılanmış, daha sonraları kısa vadeli ödemelerde kullanılmıştır.

Neo-liberal ekonomi politikalarının egemen oluşundan bu yana iç borçlanma hazine ihaleleri yoluyla bono ihracı yoluyla gerçekleşmektedir. İhaleye katılan bankalar almayı düşündükleri miktarı beyan ederek bu devlet garantili bonoları almakta, sonra bunları çeşitli fonların içerisinde satmaktadırlar.

Borçlanmadaki bu yöntem, yani devlet garantili bono ihracı yaygınlaşmıştır. Başta ABD olmak üzere bütçe açıklarını bu yolla karşılamaya başlamıştır. Büyük finans şirketleri ve bankalar bu bağlamda başrolü oynamaktadırlar, Çin’de bu açıdan önemli bir alıcıdır.

Yunanistan alarm zillerinin çaldığı ilk ülke oldu. Daha önce İzlanda’nın iflası diyebileceğimiz çöküşünün etkisi büyük olmadı. Ülke küçüktü, ihmal edilebilirdi. Yunanistan aynı kaba konmadı. Bir kere borç miktarı neredeyse ülke milli gelirini aşmıştı. Küçük bir azınlık “Borç yiyen kesesinden yer” sözünü unutmuş “borçla” kumar oynamıştı. Ne var ki bu kez karşılarına “çek-senet tahsil eden çete”lerden daha etkili bir finans çetesi çıkmıştı. Başta Merkel olmak üzere “tahsil çete”sini oluşturan AB önderleri bankalarını kurtarmak için kendi halklarının ceplerine el uzatmışlardır. Üstelik, bak bizim yurttaşlarımız 65 yaşına kadar çalışıyor, sizinkiler “siesta”dan vazgeçemiyor diye popülist hakaretler yağdırarak güya yardım elini uzatmışlardır.

Dünyayı sarsan son krizin tetikleyicisinin sorumsuz finansal manipülasyonlar olduğunun belirlenmesine karşın bu sektörü denetim altına alacak tedbirleri almak mümkün olamıyor. Sonunda çaresiz kalınarak para muslukları açılıyor. Trilyon dolara bundan kırk yıl önce ancak hesap makinalarında rastlanabilirdi. Şimdi ahval-i adiye’den. AB ödeme zorluğu çekebilecek üye ülkelere yardım edebilmek için 750 milyar Euro’luk (1 trilyon doları aşan) bir güvence fonu oluşturmayı kararlaştırdı. Türkiye’ye 20 milyar dolar bile vermeyen IMF şimdi bu düzeyi kat kat aşan miktarlarla ortalıkta dolaşıyor.

Mekanizma sürekli olarak finans şirketlerini, bankaları güçlendiriyor. Üretmek artık önemli bir hedef sayılmıyor. Küresel Kapitalizm en kârlı olanı nihayet buldu: tefecilik.

Sorunun bir de diğer yüzü var: Asya. Sorumuzu biraz daha açık kılalım, eskilerin deyimiyle Çin-i Maçin ne yapar? Yapılan tahminlere göre Çin önümüzdeki üç yıl ortalama %7.7 büyüyecek. Aynı dönem içerisinde ülkelerin büyüme hızlarını karşılaştırdığımızda ilk üç sırayı Çin, Hindistan ve Endonezya almaktadır. İlginç olan nokta Türkiye’nin bu sıralamada 12-13. sıralarda yer almasıdır. Son bilgilere göre Çin 2.4 trilyon doların üstünde bir rezerve sahiptir.

Bu olgular Asya’yı yine gündeme getiriyor. Küresel sistemin odağı ABD’den kaymak üzeredir. Gelecek on yıl Asya’nın sürekli gündemde kalacağı açıktır. Ne yazık ki bu bağlamda bilgi dağarımız sınırlı. Gelecek yıllarda var olan birikimin üzerine yenilerinin ekleneceği kesin. Bu bağlamda okuyucularıma iki önemli kitabı önermek istiyorum. İlki Andre Gunder Frank’ın “Yeniden Doğu, Asya Çağında Küresel ekonomi” (İmge Yayınları) adlı yapıtıdır. Ekonomik odak bir başka deyimle eksen kaymasını etkin bir yorumla sergiliyor. Diğeri ise Çin’in günümüzdeki sosyo-ekonomik yapısını sergileyen bir yapıttır. Seriye Sezen’in bu çalışması Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü tarafından yayınlanmıştır: “Çin’in İkinci Uzun Yürüyüşü”. Kitap zengin bir kaynakçayı da içermektedir. İyi okumaların tüm kapıları açtığını unutmayalım.

Not: Zonguldak katliamı, paragöz neo-liberal ekonominin doğal sonucudur.