Otuz iki kısım tekmili birden

Bilenler anımsayacaklardır. Bir zamanlar ABD yapımı, normal film süresinden daha uzun devam eden siyah-beyaz serüven filmleri vardı. Western, Baytekin ya da mafyasal öykülerden oluşurdu. Şehzâdebaşı Milli, Turan ya da Beyoğlu Alkazar sinemalarında oynardı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Filmler “32 Kısım Tekmili Birden” diye tanıtılırdı. TBMM’indeki son Anayasa tartışmalarını niteleyen en güzel deyim bu filmleri anımsatan başlığımızdaki cümledir. Kavga, içeriğinden saptırılmış ithamlar, uykulu uykulu konuşmaların izlenmesi, “suşi nasıl yenir” eğitimi…

Akla ziyan ne varsa son on beş gün içinde hepsini ekranlarda izledik…Tekrarları da devam etmekte.

Bu akla ziyan tartışmalar süresince medyamız da üzerine düşeni yaptı, sürekli kavgaları, kavram karışıklıklarını yansıtarak vatandaşın düşüncelerini çorbaya çevirdi. İktidar, muhalefet ilginç savlarla gerçek bir siyasi görüşe sahip olmadıklarını sergiledi. Milletvekilleri stadyumlara (şimdi artık arena deniliyor) benzer tezahüratlarla takımlarını desteklediler. Ne var ki meselenin özüne hiç değinilmedi. Bu konuda bizi aydınlatmaları gereken Anayasa profesörleri de ayrıntılar içinde boğuldu. Öncelikle şu noktanın üzerinde durulması gerekirdi: anayasa bir kanun değildir. Toplumu bir arada tutan temel ilkeler bütünüdür. Rousseau’nun dediği gibi: “Bir toplumsal akittir” Bunlara ilaveten “Toplumun üzerinde fikir birliğine vardığı, devletin temelini, varlık nedenini oluşturan ideolojiler bütünüdür. Zamanla aşınmaması gerekir. Bu bağlamda diyebiliriz ki toplumun başat üretim tarzını yansıtır. Özünde bu üretim tarzının “olmazsa olmaz” denilen çatısını yansıtır. Daha açık olmak gerekirse sınıfsaldır. Egemen sınıfın ideolojik düşün çizgisini belirler.

Bu bağlamda en gerçekçi yaklaşım kapitalist sistemin iki çekirdek ülkesi İngiltere ve ABD’dir. 1648 dönüşümünden bu yana burjuva devrimini gerçekleştirmiş olan Büyük Britanya’nın Anayasası yoktur. Herkesin oydaştığı ideolojik ilkeleri vardır. Zaman içinde sisteme uyumlu olarak gelişir ve değişirler. Bu nedenledir ki partileri de isimleri ile “müsamma” olma niteliğine sahip değillerdir. Ne Muhafazakârlar tutucu, ne de İşçi Partisi proleter sayılamaz. Liberallerde ha keza.

ABD’de anayasasız bir ülkedir. Thomas Paine, Jefferson, Benjamin Franklin vb gibi kurucu öncülerin düşüncelerinden süzülmüş, birleşen her eyaletin itirazsız kabul edebileceği nitelikte bir “Bağımsızlık Bildirgesi” vardır. Bu Anglo-Sakson yaklaşıma karşın Manş’ın karşı kıyısında Fransız Devrimi ile birlikte “Anayasa” kavramı da gündeme gelmiştir. Osmanlı Türk aydınları da “frankofil” oldukları için bu eğilimi takip etmişlerdir.

Mal, can ve de onurları korumayan padişah keyfîliği, 1850’den sonra Osmanlı aydınını da bu "serazatlığı" sınırlama çabasına itti. İlk anayasa 1876’da yaşama geçti. Ne var ki bu Anayasa keyfîliği sınırlayamadı. Birinci “Osmanlı Meclis-i Mebusan”ı reisi, Moliére’i çevirecek kadar frankofil Ahmet Vefik Paşa öylesine sertti ki deyim yerindeyse milletvekillerini bir dövmediği kaldı. İki yıl sonra da Anayasa rafa kaldırıldı, tam 30 yıl kimse sözünü bile edemedi.

1908 inkilâbından sonra 1909’dan başlayarak adım adım değişikliklere uğradı. Milli Mücadele ile birlikte yeni bir süreç başladı. 1921, 1924, 1937 kısmi değişikliği 1961, 1972 kısmi değişikliği 1982 Anayasası… onu da gıdım gıdım değiştirerek bugünlere geldik. Yani Türkiye her siyasi sıkıntıda Anayasa değiştiren bir ülke oldu. Diyelim ki 1982 Anayasası cuntanın seçtiği kurucu mecliste yapılmıştı. Tağmaç’ın “Bu Anayasa topluma bol geliyor” diye TBMM’sine yaptırdığı değişikliklere ne diyeceğiz? Bunlar Ecevit dışında, Demirel, İnönü, Fevzioğlu vb liderler tarafından niye boyun eğerek kabul edildi? Erim kabinesinin kısa sürede Balyoz kabinesine dönüşmesini ne çabuk unuttuk.

TBMM’indeki son tartışmalarda “askerlerin yaptığı anayasayı değiştiriyoruz” havası yaratıldı. Bu açık bir yanılsamadır. Turgut Özal’ın neo-liberal doğrultusundaki misyonu 24 Ocak 1980’den önce iki temel hazırlığı gerçekleştirmiştir. T. Özal MESS’in yöneticisi olarak hazırladığı ekonomik programı Aydınlar Ocağı’nın Ankara Dedeman Otelindeki toplantısında deklare etmiş ve TÜSİAD’ın bu doğrultuda hazırladığı (1979) gazete ilanlarıyla kamu oyuna duyurmuştu. Aynı süreç içerisinde Tercüman gazetesi ve Nazlı Ilıcak’ın teşvikiyle bir komisyon kurularak, Özal’ın neo-liberal programına uygun bir Anayasa taslağı hazırlanmıştı. Bu taslak 1982 Anayasasının iskeletini oluşturmuştur. Yani uluslararası sermayenin Türkiye’ye dayattığı , neo-liberal ekonomi politikalarını güvence altına alan bir yasal çerçevedir. Askerler bu çerçeveye kendilerini güvence altına alacak birkaç cümlecik eklemişlerdir.

Son değişiklikler ise, neo-liberal ekonomi krizinin zorunlu adımlarıdır. Bu değişiklikler neo-liberal partilerin egemenliklerini daha bir pekiştirecektir. AKP ve CHP’nin bu bağlamda adeta düşün birliği mevcuttur. Türkiye’deki (sosyalist partiler dışında) hiçbir siyasal örgütün neo-liberal politikalardan şikayeti bulunmuyor. Yarın CHP iktidar olsa aynı ekonomik düzeni sürdürecektir. Ben bu gerçeği yaşadım. 1990’lı yıllarda Çiller-Karayalçın koalisyon döneminde Parti Meclisi Üyesi olarak özelleştirmenin yararlarına yönelik gece kursları gördüm. Karayalçın mubassırımızdı. O günlerde Pax Americana'ya (Amerikan Barışı) inanıyordu.

O günkü hukuk sistemimiz (aynı şey bugünde geçerli), Prof. Mümtaz Soysal’ın önderliğindeki KIGEM’in özelleştirmeye karşı verdiği mücadeleye destek vermedi, özelleştirmelerin önünü tıkamadı. Kemal Derviş ise bu bağlamda tüm yasal ortamı hazırladı. Çünkü Özal ve 1982 Anayasası kapıyı ardına kadar açmış, yüzde 10’luk seçim barajı ile gardını almıştı. Şimdi kendi kendime soruyorum. CHP yüzde 10 seçim barajını kaldırın "Anayasa Paketine destek vereyim" deseydi. AKP kabul eder miydi? Etmezdi çünkü bu yüzde 10 barajı paketin arkasındaki düşüncenin garanti belgesiydi.

Günlerce kısır tartışmalar yapıldı. İnönü, Hitler vb., ucuz kıyaslamaların arkasına sığınıldı. Bu tartışmayı yapanların 1937 anayasa değişikliğini gündeme getirmelerini beklerken iki tarafta sustu. Neo-liberal ekonomi istediği yasal zemine ulaştı. CHP Anayasa Mahkemesinde bu değişiklikleri iptal ettirirse, AKP bir çeşit, 27 Nisan 2007 muhtırası mağdurluğuna erişecek. “Millete gitmemizi engellediler” feryadı ortalığı kaplayacak. Neo-liberal kurallarla siyaset yapanlardan en deneyimlisi kazanır unutmayalım! Sözde sosyal demokratlık, ilkokul sıralarında söylediğimiz bir tekerlemeyi hatırlattı bana: “hem şişman, hem de dersini çalışmamış”