Nükleer Şemsiye

Geçen hafta, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin, beş daimi üyesi tarafından hazırlanan, İran’a yönelik yaptırım tasarısı, 12 oyla kabul edildi. Tasarıya Lübnan çekimser, Türkiye ve Brezilya ise hayır oyu verdiler. Medyamızdakı akil (?) yorumcular bu hayır oyunun Türkiye’nin Batı'dan kopması olarak niteledi. Kimse “Hangi batı” sorusunu dillendirmedi. Pensilvanya’daki İmam’ın “Otorite’ye uyulmalı” değerlendirmesini tartışmadıkları gibi…

Dünya “Nükleer Bomba” ile 1945’in Ağustos’unda tanıştı. Müttefiklerin savaş sonrası Avrupa’nın ve de Almanya’nın yerel statükosunun tartışıldığı Postdam (Almanya) konferansında ABD erk’ini kanıtlama amacıyla peş peşe (Hiroşima ve Nagazaki) iki bombayı patlatmıştı. Böylece Başkan Truman “Güç bende” diyordu. Ne var ki sevinç uzun sürmedi, üç-dört sene sonra Sovyetler Birliği de ilk bombasını denedi. Buna önce inanılmadı, sonrada formülün ABD’den çalındığı savları, hatta aralarında ölüm cezasına çarptırılanlarda oldu. Elektrikli sandalyeye gönderilen, karı-koca iki fizikçiye ilişkin sahne eseri, 1960’lı yıllarda, Dostlar Tiyatrosunun önde gelen ve çok izlenen yapımlarından biridir.

Soğuk Savaş süresince nükleer silahlar geliştirildi., Hiroşima’ya atılandan kerelerce daha güçlüleri yapıldı, Hidrojen vb gibi etkinleri üretildi. ABD ve SSCB binlerce bombalık stoklara eriştiler, kıtalararası güdümlü füzeleri yaşama geçirdiler. Bu arada İngiltere, Çin, Fransa’da kendi bombalarını üretti. Dünya on yıllarca bir nükleer savaş tehdidi ile yaşadı. ABD bu yaklaşımı kendi toplumuna beyin yıkamayla aşıladı. “Dehşet Dengesi” bir yerde, Erdal İnönü’nün savladığı gibi barışın da temelini oluşturdu. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin sönümlenmesi ile bu denge adım adım bozuldu. Nihayet günümüzün neo-liberal küresel kapitalist düzeninde, nükleer silahlar bu sistemin en büyük güvencesi haline geldi. Hepsi kendi bombasına dayanan Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin) son kararla tüm dünyaya, egemen oldukları “Nükleer şemsiye”yi hatırlattılar. İtiraz istemiyoruz dediler. Egemen biziz dediler. Bizim şemsiyemizin altına girin emrini, anlayanlara, açıkça duyurdular.

Böylece diğer uluslara, eskilerin pek sevdiği “Dominyon” muamelesini layık gördüler. Bilindiği gibi “Dominyon” bağımlılığın, sömürgeleşmenin kibarcasıdır. Brezilya ve Türkiye’nin “Hayır”ı 1960 ya da 1970’lerde yükselseydi bayram eder, “Tam Bağımsız Türkiye” söylemini yükselten gençlerimizi sevindirirdik. O günlerin hızlı solcusu Çetin Altan’a ne kadar çok yazı konusu çıkardı. Oysa bugün medyanın ileri gelenleri “ne yaptık, kendi ayağımıza kurşun sıktık” telaşındalar. Aymazlık gene diz boyu. Beşli nükleer şemsiyenin bizi koruyacağı sanılıyor. Bu, bazı kanaat önderlerince adeta “Amentü” gibi yineleniyor.

Şüphesiz, Başbakan Erdoğan’ın İran’ı arkalaması kuşkuları doğuruyor. Hele “İsrail’in neden bombası sorgulanmıyor” sözü daha da ikircikli yaklaşılmasına neden oluyor. Brezilya Başkanı ise daha içten bir görüntü sergiliyor. Türkiye-İran- Brezilya’nın oluşturduğu nükleer takas anlaşması bir yerde konunun dünya kamuoyunda daha sağlıklı anlaşılmasına ve de tartışılmasına neden olabilirdi. ABD kaynaklı medya bombardımanı bu yaklaşımı ustaca gündemden düşürdü. Altı bine yakın (sayı açıkça söylenmiyor) bombaya sahip “Maskeli Beş”lere bunların hepsini yok edin denilemiyor Irak seferi öncesindeki Güvenlik Konseyi kararı gibi bir yaklaşım aceleyle devreye sokuluyor.

Türkiye ve Brezilya’nın İran’ı ikna etmesiyle oluşturulan uranyum takası gelecekteki nükleer silahsızlanmanın kapısını açabilirdi. Her şeyden önce, zenginleştirilmiş Uranyum (U235’den U238’e dönüştürülmüş) bir güvenli mekanda stoklanarak yeni bombaların üretimi engellenebilirdi. Olması bunda Ahmedinejat’ın acımasız ve gerici yönetim anlayışı temel rolü oynadı. Brezilya Başkanı Lula’nın içtenliğine karşın Erdoğan’ın açık olmayan söylemleri, İran’ı arkalayan tavrı iyi niyetli bir girişimi engelledi.

Güvenlik Konseyi kararı ile tescil edilen beşli “Nükleer Şemsiye” gelecekte ezilen, aç ve yoksul 6.5 milyar insanoğlunun umutlarını daha da karartacaktır. Son kırk yıl boyunca kerelerce imzalanan (sonuncusu Prag’da Devlet Başkanı Medvedev ve Obama tarafından paraf edildi) nükleer bombaları sınırlayan andlaşmalar bir iyi niyet gösterisinden ileri gitmemiştir. Bu bağlamda umutlar tükenmek üzeredir. Dünya halklarının geleceği için bu silahların bütünüyle yok edilmesi şarttır. 1960’lı yılların başında meydana gelen Küba Krizi sonrası, ABD ve Sovyetlerin antlaşması sonrası Karadeniz kıyısındaki “nükleer başlıklı” füze rampalarından, ancak kaldırıldıkları zaman haberimiz olmuştu. Bugünküleri bilmiyoruz.

Nükleer silahların bütünüyle sıfırlanması öncelikli hedef olmalıdır. Sadece kendi çıkarlarını gözeten maskeli beşlerin art niyetli “nükleer şemsiyesi”ne hayır demeliyiz. Bu bağlamdaki girişimleri yapanlara kuşkuyla da baksak sahiplenmeliyiz. “Nükleer takas” sadece bir öneriydi…Onu, içtenliğine inanmadığımız kişilerde yapsa, üzerinde durarak, geliştirme yöntemlerini araştırmalıyız.

Benim kuşağım, Margarita Duras’ın “Hiroşima, Mon Amour” yapıtıyla sorunun dehşetini kavradı. Nazım şiiriyle bu bağlamda biçimlendi… Onları utandırmayalım.

Not: Son gelişmeler Birleşmiş Milletler örgütünün yeniden yapılanması gereğini ortaya koymuştur. Özellikle Güvenlik Konseyi daimi üyeliği ve sahip oldukları veto hakkı irdelenmeli ve kaldırılmalıdır.