Ne Bu Şiddet, Bu Celâl?

Yukarıda yazan başlığı hemen hatırladınız. Milli marşımızın, İkinci kıtasının, ikinci dizesinde yer alır tamamı şöyledir: Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl? Irkım sözcüğü yerine ulusum, halkım da gelebilir. Çanakkale’den Dumlupınar’a uzanan uzun varlık ve yaşam savaşını bir yerde çok güzel ifade eder. Şiddet sözcüğü bugünün diliyle sertlik, katılık demektir. Gerçi şimdi daha geniş bir anlamı ifade ediyor. Celâl ise büyüklük, ululuk anlamı yanı sıra, öfke, kızgınlık demektir.

Geçen hafta Galatasaray-Fenerbahçe basketbol maçını seyrederken seyircilerin çakmak çakmak olmuş gözlerini, kin ve şiddeti yansıtan yüzlerini izlerken küçük bir kıvılcımla patlayacak barut fıçısı üzerinde oturduğum sanısına kapıldım. Futbol maçlarında da aynı sahnelere tanık olmuyor muyuz? Bırakınız sıradan spor müsabakalarını, günlük yaşamımızda, sokakta, evde, kahvede, okulda, sinemada şiddet yanı başımızda. 1970’li yıllardaki sağ-sol çatışması olarak adlandırılan, kanlı kavgaların, aydınların, gazetecilerin öldürülmesinin daha ağırını günümüzde yaşıyoruz. Medyaya bir bakın cinayet, tecavüz haberlerinden geçilmiyor. Baba-oğul-anne ortaklığıyla bir genç kızın teammüden öldürülüp, dilim dilim doğranması Hollywood’un en kanlı polisiye filmlerindeki şiddetin bile üzerine çıkmıştır. Sertlik ve ululanmak adeta siyasetçilerimizden, sokaktaki insan kadar sıradan ve normal bir insan karakteri haline gelmiştir. Kendisine bedava kontör vermeyen büfeciyi öldürenin ruh halini anlamak mümkün mü. Kontör istediğine göre cep telefonu var (en ucuzu 200-300 TL) tabancasını kullandığı için (en kötüsü 500 TL’den başlar) parasız, fakir birisi değil. O halde nedir şiddetin itici gücü. Selektör inatlaşmasından suçladıkları kızı taşlayarak öldürenlerin şiddetini kavrayabilmek için insanlıktan vazgeçmemiz gerekir.

Geçen hafta, adını bile koyamadığımız bir açılımı tartışan TBMM’yi hep birlikte izledik. Her Salı günü de TRT-3’ten grup toplantılarını seyrediyoruz. Konuşan liderlerin yüz ifadeleri, ses tonları şiddet dolu. Kızıyorlar, orada olmayan birilerini azarlıyorlar, hatta gıyaben dövüyorlar. Hepsi gölge boksu yapan boksörler gibi. Bazen onları Antik Roma’nın “Collesium”da gladyatörleri izleyen imparatorlarına benzetiyorum. Neredeyse mağlup olan gladyatöre ölüm işareti yapar gibi, karşıtlarına başparmakları aşağıya doğru indirerek ölüm işareti verecekler.

Bu şiddet sahnelerini izlerken zaman zaman kendi yaşadığım dönemi anımsıyorum. Ve çeşitli makale ve kitaplarımda yansıttığım gibi her anımız şiddetle çevrelenmiş olarak geçmiş. Okul kapılarında, elinde traş aleti, bizlere peşinen azarlayan gözlerle bakan, saçımız bir santim uzunsa acımasızca elindeki makineyle bizleri üç numaraya mahkum eden müdürleri unutabilir miyiz. Dayak okuldan askere kadar gördüğümüz sıradan bir şiddetti. Hele kitap yasakları, aileler bir türlü, okul ve iş hayatı başka türlü… Nihayet en acısı evimizden kitaplığımızdan kitapları toplanır ve de yasaklanırdı. Bugün bile TV ekranlarında “silah ve kitap” yan yana teşhir ediliyor.

Aklımız ermeye başladığından beri siyasi davalar gazetelerin baş köşelerinde yer aldı. Muhalifler ezildi, sessizleştirildi. Hele sosyalistlere göz açtırılmadı, yaşam hakkı tanınmadı. Nice aydın kırıldı, sindirildi, yaşamları cezaevlerinde geçdi.

Milli Mücadelenin lider kadroları bile zaman oldu tasfiye edildi. Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele,Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar ve “İstiklal Davası”nın onbaşısı Halide Edip Adıvar ilk akla gelenler. “Takrir-i Sükun” sonrası İstiklal Mahkemeleri, en seçkin gazetecilerin (Hüseyin Cahit, Ahmet Emin yalman, Zekeriya Sertel, Halikarnas Balıkçısı, Abdülkadir Kemali,Velit Ebuzziya, Arif Oruç ve daha niceleri sürgün ve yazma yasaklarıyla sindirildiler. 1926 Ankara İstiklal Mahkemesi İsmail Canpolat, Dr.Nâzım Maliye Nâzırı Cavit Bey’i vb darağacına gönderirken kimsenin kılı kıpırdamadı. Aynı şekilde Menderes, Zorlu, Polatkan da çok sonradan anımsandı. 12 Mart, 12 Eylül katliamları ve yarattığı travmalarla bugünde gündemde. Şiddet benim yaşamımdan hiç silinmedi.

Bugün o günlerin sözde hesabı sorulurken bu kez yeni bir şiddet türü gündeme getiriliyor: Etnik ayrımcılığın,ırkçılığın yaratacağı şiddet. Eskilerin şiddetinde nasıl masumiyet yoksa bu yeni şiddetinde masum bir tarafı bulunamaz. Gözlerimizin açılması, uyanmamız, yıllar süren şiddetin kaynağının bu topraklarda değil “emperyalizm”in sınır, ahlak tanımaz pervasızlığında aramamızın zamanı geldi.

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze Doğu ve Güneydoğu’da meydana gelen “Kürt isyanları”nda petrol vb. çıkarları korumak için emperyalizmin kışkırtması başat rolü oynamıştır.Bugün bile aşiretleri (Barzani, Talabani vb.leri) emperyalist ülkelere dayanarak varlıklarını sürdürme, hatta bağımsız devlet olma peşindedirler. Önce İngiltere ve Fransa sonraları da ABD ve ortakları temel güvenceleri olmuştur. Aşiret yapısı böyle bir desteğe daima varlığını idame ettirebilmek için gereksinim duyar. Talabani ve Barzani ABD’siz hiçbir etkinlik gösteremez. Türkiye’de ki aşiretlerde mevcut iktidarlara dayanarak varlıklarını ve de etkinliklerini sürdürmüşler, hatta bu bağlamda birbirleri ile savaşmışlardır.

Bugünde küresel kapitalizm varlığını sürdürebilmesi için yöntemini dinsel inançlara ve şiddete bağlamıştır. Çünkü ezilen, sömürülen yığınları elinde tutabilmenin sadece iki yolu kalmıştır. Fukaralığı kutsayan, erdem sayan inançları kullanmak ve her türlü şiddeti içeren faşizm, Medya kapitalizmin egemen olduğu her yerde şiddeti gündeme getiriyor Sinema endüstrisinin yeni teknikleri en sıradan sahnelerde bile şiddeti anımsatan kamera oyunlarına başvuruyor. Müzik yarışmalarında şiddet yüceltiliyor. Sonuçta yığınlar seslerini çıkartamaz hale geliyor. Bazen itirazı simgeleyen küçük bir çığlık bile aranıyor. Korku, şiddet ve yaşanan bir cehennemden medet uman bir imparatorluğun kabusu adım adım insanlığın üzerine çökmek üzere. Vakit daraldı. Yoksa Aziz Nesin ustanın “Surname”sinde betimlediği gibi, piknik şenliği havasında kendi idamımızı bile seyredebiliriz.