Muktesep Hak

Bu yazıya başlarken bir halk türküsünün dizeleri aklıma düştü. Şöyle diyordu: “Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi?/Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?” Şen, kıvrak bir türkü, günümüze de pek uygun. Tekel işçilerinin eylemleri 4 Şubat günü Türkiye’nin bir çok kentinde etkili olan geniş bir “iş bırakımı” ile taçlandırıldı. Bütünüyle sermayenin elinde ve hükümetin baskısı altında olan medyamız bu “genel grev” provasının umulandan daha az katılımla gerçekleştiğini söylese de, benim açımdan sınıfsal bir başkaldırı denemesi olarak kutlanacak hareketti. Özellikle altını çizmemiz gereken nokta şudur: Turgut Özal’ın sınır tanımayan neo-liberal programından ve onu perçinleştiren 12 Eylül darbesinden sonra işçi sınıfının yeniden dirilişinin adımlarını simgeleyen bir eylemdi bu. Özal’ın “Çankaya’nın Şişmanı” nitelemesini bayrak yapan maden işçilerinin Zonguldak-Gerede kavşağına yürüyüşünün arkasından bir kez daha yüzleri güldürüyordu. İşçi sınıfı dünyadaki yoldaşlarıyla birlikte neo-liberal acımasızlığa başkaldırmaktaydı. Başkaldırının tam da zamanıydı.

Tekel Eylemi 1980’den bu yana yaşanan liberal pervasızlığın üstü örtülen yönünü de gündeme getirdi. Artık “Muktesep Hak”lar da (Kazanılmış Hak) ayaklar altına alınabiliyor, yok sayılabiliyordu. Kapitalist düzenin bugün ulaştığı aşamanın ne kertede hunhar ve gaspçı olduğunu sergiliyordu. Yolu Adalet Saraylarına düşen herkes duruşma salonlarındaki “Adalet Mülkün temelidir” belgisini okumuşlardır. Bu belgide yer alan mülk sözcüğü “mülkiyeti” andırırsa da iki yönlü bir anlayış içermektedir. Osmanlı döneminden bu yana mülk “vatan”ı da temsil etmektedir. Gerçi tüm vatan o dönemde “padişah”ın mülkü sayılsa da gene kolektif bir aidiyeti içerir. Bir yerde bireysel, bir yerde kolektif mülkiyeti işaret eder. Bu açıdan bakıldığında ülke içindeki bireysel mülkler ve hepsinin üzerinde de kollektif bir “yurt” vardır. Bireysel mülk sahip olan için “muktesep hak” yani kazanılmış haksa, tüm vatandaşlar için de “kolektif kazanılmış hak”dır. Şaşırtıcı olmasına karşın cari hukukumuz da bu durumu kabul etmiştir. Örneğin biri sahip olduğu evi, arabayı ya da fabrikayı “Mal benim değil mi” yaklaşımıyla yakamaz, tahrip edemez. Hakkımızda kamu davası açılır. Kamu malları bağlamında ise bu, durum daha anlaşılabilir. Nasıl ki hisseli mülkün satışı hissedarların tamamının onayı ile mümkünse kamu mallarının satışlı da aynı koşula bağlıdır. Yani kamu malı vatandaşların kolektif mülküdür.

Neo-liberalizm Hammurabi yasalarından günümüze kadar tüm yasalarda şu ya da bu biçimde yer alan “muktesep hak” kavramını çiğnemekte, gasp etmekte beis görmemiştir. “Özelleştirme” denilen yaklaşım bunun ifadesidir. Kamu malları, nitelikleri ne olursa olsun, pervasızca “Babalar gibi” satılmıştır. Kamuya ait hazine arazilerinden fabrikalara, bankalara kadar tüm varlıklar böylece onların kolektif sahibi olan vatandaşlara sorulmadan satışa sunulmuştur. Tekel fabrikaları da bu gasptan kaçamamıştır. Ne var ki sorun sadece Tekel işçilerini değil tüm vatandaşı ilgilendirmektedir. Sayıları belli yerli ve yabancı şirket, siyasal iktidarı kullanarak bu yağmayı gerçekleştiriyor. Geride kalan otuz yıl içinde kimse de ne Özal’a, ne Demirel-Çiller ikilisine, ne Ecevit ve siyasi ortaklarına, Erbakan’a, Tayyip Erdoğan’a “bu varlıkların sahibi sen misin neden satıyorsun” demedi. Bu bağlamda Prof. Mümtaz Soysal ve onun oluşturduğu KIGEM dışında hiçbir kurum sesini yükseltmedi.

Vatandaşların “referanduma “ alışması gerekir diyen AKP iktidarı bile satışları “Halk oyu”na sunmadı, düşünmedi. Ulusal irade gibi soyut bir kavrama dayanarak yılların birikimini üç-beş kuruşa haraç-mezat sattı. Ve günümüzün karanlık tablosuyla karşı karşıya kaldılar. “Muktesep Hak”lar çiğnendiği için işsizlik büyüyor. İktidar çaresiz. Özel sektöre, o sattıkları tesislere (hala çalışıyorlarsa) bir işçi bile aldıramıyor. Şirketlerin sözde alacakları yüz işçi bile medyada muştulanıyor. Ekonominin ipleri ellerinden kaçmış, şirketlere bırakılmış. Açlık, fukaralık, hepsinin ötesinde adeta bir provokatör gibi büyüyen yoksunluk (mahremiyet), varlıklıları korunmalı sitelere kapatıyor. Eli silahlı güvenlik şirketleri çığ gibi çoğalıyor.

Siyasi parti liderleri inanılmaz bir telaş ve o telaşın yarattığı asabiyeti yansıtıyorlar. Bu telaş ve asabiyet neo-liberal küresel sistemin egemen olduğu hemen her ülkede yaygın. Merkel, Sarkozy, Putin, Obama, Brown, Esat, Mübarek, Netanyahu iktidarları farklı bir resmi yansıtmıyorlar.
Demokrasi, Kürt, Alevi, Roman açılımları hiçbir derdin devası değil. Liberal olma savındakilere, tarikat mürşitlerine bakıyorum söylediklerine kendileri de inanmaz haldeler. İktidar ve muhalefet partileri anlamsız bir didişmeyi siyaset haline getirmekten başka marifetleri yok. Bir yıl sonra seçime gidiyoruz. AKP seçimi kazanmayı sadece mağduriyete ve radikalleşen dini söylemlere indirgemiş durumda. 12 Eylül darbesinden sonraki 1983 seçimlerinde Turgut Özal’ın dört eğilimi birleştirme savındaki partisi ANAP, cuntanın düzmece iki partisi ile yarışıyordu. Durumu kritikti. Cuntacı Evren bir nutukla Özal ve ANAP’a karşı olduğunu açıkladı. Reklamcıların pek sevdiği “inadına” duygusu birden yükseldi ve ANAP seçimi kazandı. 2007’de Erman Toroğlu’nun deyimiyle “vurdu mu oturtan paşa” gece yarısı internette bir bildiri yayınladı….Gene “inadına” dalgası yükseldi, AKP oyları %47.6’ya ulaştı.

Seçime giderken AKP, orduyu, bakkalları, Kürtleri, işçileri, doktorları, eczacıları, sermayeyi ve daha nicelerini karşısına almış gözüküyor. Bu bağlamda TÜSİAD’ın yeni başkanı Boyner’in konuşması dikkatle okunmalı. Bir süre önce AKP’nin anayasa tasarısını hazırlayan komisyonun üyesi Prof. Serap Yazıcı, “Türkiye çok karanlık bir tünelden geçiyor. Toplumdaki hoşgörüsüzlük ve kutuplaşma iki yıl öncesine göre çok daha arttı. Bırakın Anayasayı bu ortamda kira kontratı bile yapılmaz” diyebiliyor. Bir dönemin AKP destekçisi liberal Nuray Mert kılıçları çekmiş durumda… CHP ve MHP yeni bir siyasal model ortaya koymaktan uzak. Hepsinde bir telaş… Rahmetli İsmet Paşa olsaydı: "Nedir bu haliniz…suçluların telaşı içindesiniz" derdi. Yeni parti girişimleri de güven vermiyor. Önümüzdeki seçimin yığınları memnun etmeyeceği çok açık. Kuşkular büyüyor. Seçim sürecinin kaotik bir ortam yaratma şüphesi yaygınlaşıyor. Böylesi bir kargaşadan ne çıkar, o da belirsiz. Geleceğe bu bağlamda güvenle bakamıyoruz. Açıkçası neo-liberal düzen adil bir seçim yapma “hakkı muktesebimizi” de elimizden alacağa benziyor. CHP, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Özal ile takipçilerinin ezdiği sosyalist siyaseti nasıl aramazsınız… İşte bu vaziyet ve şerait altında o türkü aklıma düştü: “Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?”