Kanunu Esasi Kıraathanesi

Yeni Osmanlılardan Jön Türklere uzanan kuşaklar bekledikleri özgür topluma “Kanunu Esasi” ile ulaşılacağına inanmışlardır. 1876’da I. Meşrutiyet, top atışlarıyla ilan edilen “Kanunu Esasi” (Anayasa) ile hayat bulmuştur. Bu temel yasayı hazırlayan komite asker ve sivil aydınlardan oluşuyordu. Mithat Paşa, Namık Kemal, Mütercim Rüştü Paşa vb.leri önde geliyordu. 1876 Kanunu Esasi’sinin ömrü uzun sürmedi. Padişah II. Abdülhamit 1878 (93 Savaşı) Rus Savaşını bahane göstererek Meclis-i Mebûsan’ı feshetti. Otuz üç yıl sonra İttihat ve Terakki’nin önderliğindeki Rumeli kalkışmasında İstanbul’a saraya çekilen telgraflar üzerine II. Abdülhamit 1876 Kanunu Esasi’nı yeniden, yürürlüğe koyduğunu bir fermanla duyurmak mecburiyetinde kaldı. Böylece 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet dönemine girildi. Ne var ki anayasanın yeniden yürürlüğe girişinin ne İstanbul ne de Anadolu’da yaşayanlar fark etmedi. Bu kayıtsızlığı, bilgisizliği Hüseyin Cahit “Siyasi Anılar”ında çok güzel anlatır. Ömer Seyfettin “Efruz Bey” öykülerinde ince bir mizahi söylemle yansıtır.

Kanunu Esasi (bugünün deyimiyle Anayasa) öylesine bayrak haline getirilmişti ki caddelere hatta kıraathanelere isim olarak konmuştu. Kıraathane sözcük olarak “Okuma Evi” demektir. İlkokullarda Türkçe derslerinde okutulan kitaba da “Kıraat Kitabı” denilirdi. İnkilâp’ın çoşkusu içinde (belki de daha önceden) bildiğimiz “kahvehane”lerin adı da “kıraathane” olarak değiştirildi ya da duruma uyarlandırıldı. Her neyse, başlıkta yer alan “Kanunu Esasi Kıraathanesi” gerçektir. İstanbul’da (yanılmıyorsam) Tepebaşı dolaylarında böyle bir kahvehane vardı.

Kahvehaneler 1908’den bu yana ülkenin siyasi yaşamında önemli bir yere sahiptir. Bir anlamda siyasal katılımın ince damarlarıdır. Yenilerde kahveleri bir oyun merkezi olarak niteliyorlar. Yanlıştır ya da günümüz koşullarında doğrudur. Oysa kahvehaneler mahallelinin, köylünün toplandığı, dertleştiği sorunların tartışıldığı, kanatların ortaya döküldüğü, fısıltı gazetesinin haberlerinin dolaştığı yerlerdir. Sait Faik, Sabahattin Âli, Orhan Kemal ve niceleri bu kahvelerden bir çok öyküyü derlemişlerdir. “Devri demokrasi” geldikten sonra kahvelere bir hal oldu. Kahveler partilere göre ikiye, hatta daha fazlasına ayrıldı. Özellikle Kırsal alanda bu ayrım çok barizdi.

Şimdilerde Anayasa’nın kısmen değiştirileceği ve değişikliğin halk oylamasına sunulacağı tartışılıyor. Başbakan “Halkımızı bu tarz oylamalara alıştıracağız” diyor. İlk bakışta katılımcı, demokratik bir uygulama görünümü veriyor bu yaklaşım. Ama çok da tehlikeli. Bir anlamda halkın kendisini “recm” etmesine eşdeğer bir katılım örneği kesinlikle “demokratik” değil. “Demokrasi” illüzyonisti Hasan Cemal ve şûrekası ne der bilemem ama yanlış. Günümüzdeki serbesti, gerçekte faşist bir yöntemin kullanılmasına yol açıyor.

Liberal sergerdeler “serbesti” sözcüğünün albenisini, sömürmeyi ve kendi “hegemonya”larını kurma ve pekiştirme bağlamında pek güzel kullanırlar. Hele ekmek, aş ve de iş söz konusu olunca bu oyunu çok güzel oynarlar. Çok, çok eski günlerde, Eminönü Halkevi’nin salonunda, bir münazarada “Hitler Avusturya’ya iş ve aş vaadiyle girdi” derken doğruyu söylüyordum.

Sermaye hegamonyasının arkaladığı iktidarlar bu oyunu bol gülücüklerle pek güzel sergilerler, Obama örneği bunun kanıtıdır. Bu hegamonik yapı devam ettikçe referandum dediğimiz halk oylaması da (bu bağlamda) önemli bir işleve sahipdir. Yaşamım süresince üç halk oylamasında oy kullandım, son ikisinde propaganda sürecine de fiilen katıldım. Türkiye’nin bugüne kadar sahip olduğu 1961 anayasasının oylama öncesinde sağ siyasi güçler bu yasaya “hayır” denilmesi için çok çalıştılar. “Plan değil pilav istiyoruz” ,“Gözlerime bak ne demek istediğimi anlarsın”, “Hayır’da Hayır vardır” vb gibi nice slogan o günlerdeki “Hayır” cephesinin eserleridir. 1961 Anayasası ancak % 60’ı zor aşan bir oyla kabul edilebilmişti.

1982 Anayasasının “Halk Oylaması”nda Petrol-İş, Yol-İş sendikalarının düzenlediği panellerde, yurdun bir çok yerinde konuştum, “Hayır” demenin neden doğru olacağını anlattım. Şeffaf zarflarla, cuntanın inanılmaz baskı yöntemleriyle sindirilen yığınlar %90’nın üstünde “Evet” oyu verdiler. Bugünlerde hırçın tavırlarıyla 1982 anayasasını eleştiren Nazlı Ilıcak, Tercüman gazetesinin düzenlediği seminerde bu anayasanın ön çalışmalarını, “TÜSİAD”ında katılımıyla örgütlemişti. 1982 anayasası neo-liberal ekonomik dayatmanın tamamlanacağı çerçeveyi sağlamıştır. Özal’ın ve onun arkasındaki uluslararası sermayenin eseridir. Bu anayasayı askeri olarak nitelemek gerçeği saklamaktır.

Tanık olduğum son referandum “siyasi yasakların kaldırılması”na ilişkindi. Özal ısrarla “Hayır” denilmesini istedi. Prensleriyle üzerlerine “Hayır” yazılı tişörtlerle meydan meydan dolaştı. Çok küçük bir farkla “Evet” oyları kazandı.

Anayasa değişikliği bir ülke için yaşamsal bir konudur. Yurttaşların katılımıyla oluşturulmalı ve bu hazırlık süresi bir –iki yılı kapsayacak tartışmalarla geçirilmelidir. Anayasanın yoğun bir oydaşmayla meydana getirilmesi olmazsa olmaz bir kuraldır. Altmış gün içinde kısmi bir değişikliğin açıklanması, irdelenmesi mümkün değildir. Hele… büyük bir çoğunluğu, televizyon ekranlarında silahla aynı masada sergilenen kitapların görüntüsüyle okumaya karşı koşullandırılmış yığınlarda “aklı selim” bir davranış beklenemez. Kafaları son beş yıldır adeta “mikser” içinde çırpılan, neye inanacağı şaşırtılan yığınların doğru karar vermesini bekleyemezsiniz. Kendisini “Mesih” ilan eden bir katilin medyada böylesine “konu mankeni” haline getirildiği Türkiyemizde “Halk oylaması” lümpen yığınların at oynattığı yeni bir hegamonyanın yolunu açar. Halk dalkavukluğu günümüz sermayesinin sık sık başvurduğu yöntemdir. Liberalizmin son durağının faşizm olduğunu söyleyenler bunun için haklıdır. Kanunu Esasi Kıraathanelerine bu nedenle gereksinimiz var. Siyasal katılımın bu nüvelerini bu nedenle severim.