IMF, Borç Stoku ve Yeni Osmanlıcılık

Ekim ayı şenlikli başladı. Açılımların nerden estiğini saptayamadığımız rüzgarı devam ededursun, IMF ve Dünya Bankası guvernörlerinin toplantısı başladı. İstanbul’daki kongre vadisi adeta askeri yasak bölge. Toplantı ise yedi kat yerin dibindeki kongre salonunda yapılıyor. Sadece otoparkı yeryüzünde olan bir kongre sarayını yapmak kimin aklına geldi? Mamafih küresel yoksulluğun baş mimarları için akıllı bir tercih. Şeytanların toplantısına ancak yeraltı dehlizleri yaraşır.

IMF, ülke ekonomilerini küresel sermayenin kuralları içinde tutma amacıyla kurulmuş ve bugüne kadar kendi açısından çok başarılı ülkeler babında ise tam bir yoksullaşma doğrultusunda görev yapmıştır. Yarattığı bu küresel yoksulluğu ise Dünya Bankası çekinmeden (buna arlanmadan da diyebiliriz) yayınladığı belgelerle de kanıtlamıştır.

Bu belgelerde yer alan sayısal verilere göre dünya nüfusunun %80’ninden fazlasını barındıran yoksul halklar, toplam küresel gelirin ancak %20’sine sahiptirler. Diğer yandan küremizde yaşayan insanların %20’si ise toplam gelirin %80’ine el koymaktadır. (Bu %20’nin de büyük bölümü fukaradır. Evsizdir, işsizdir, güvencesizdir) Acımasız piyasa koşullarının gerçekleştirdiği bu eşitsizlik her geçen zaman içinde daha da artmaktadır. 20. Yüzyılın son demlerinden itibaren Türkiye ekonomisinde tek söz sahibi olan IMF, bu süre içersinde ülkenin tüm kamusal ekonomik varlıklarının özelleştirilerek yetirilmesine yol açtığı gibi “reform” adını verdiği bağımsız kurumlarla kamunun her anlamda elini kolunu bağlamıştır. Bilgi Üniversitesinde, öğrencilerin IMF Başkanına yönelik eylem ve protestoları haklıdır. Çünkü onların geleceği IMF patentli karabulutların tehdidi altındadır. Straus-Kahn, “Türk öğrencileri çok kibar” derken, bir yerde IMF’nin günahları ile kıyaslanınca yapılan eylemin nazik bir protesto olduğunu ima etmiştir.

Geride bıraktığımız Eylül ayında, Ağustos sonu itibariyle Türkiye’nin brüt borç stoku açıklandı. Sekiz aylık borç tutarı 424,7 milyar TL düzeyinde. Borç stokundaki artış eğilimini de göz önünde tutarsak borç stokunun yıl sonunda GSMH’nin düzeyine yaklaşacağını söyleyebiliriz. Bu ciddi boyuta ulaşmış bir borçlanmayı ifade etmektedir. Yüz milyara yaklaşan bütçe açığını da göz önüne aldığımızda durumun vahameti daha net ortaya çıkmaktadır.

Eldeki bilgilere göre mevcut borcun 296,5 milyarı TL cinsinden, 127,8 milyarı döviz, 380 milyon lirası da dövize indeksli borçlardan oluşuyor. Aynı borcun %58,1 piyasaya, %16,1 kamu kesimine olan iç borçtur. Dış borcun payı ise %25,7’dir.

Borç batağı insanı ve devleti bağımlılaştırır. 21. Yüzyıl borcun kamu hizmetleri gerçekleştirebilmenin tek yöntem olarak kabul gördüğü bir dönemdir. Yakın bir tarihte küresel kamu borç stokunun 8 – 9 trilyon dolara doğru hızla yükselmekte olduğunu bir gazete haberinden öğrenmiştim. Sermaye egemen düzen yüksek gelirlerden, servetlerden vergi almamanın çaresini bu yöntemle bulmuştur. Bu yöntem ayrıca kamu borçlanma kağıtlarına para yatırarak ekstra faiz kazancını da sağlamaktadır. ABD için bile gittikçe artan sakıncaları olan bu yöntem Türkiye’ye tavsiye edilebilir mi?

Yenilerde yükselen “Yeni Osmanlılık” çığlığı sorumluluğunun sınırını kestiremediğimiz Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun “Biz Osmanlıyız” sözleri ile birlikte kulaklarımda çınlıyor. 1850’lili yılların Osmanlı İmparatorluğunu düşünüyorum. Hıfzı Topuz, “Abdülmecit” dönemini yansıttığı kitabında sarayın ve erkânın çılgın tüketim, lüks ve şatafat eğilimini çok çarpıcı örnekleri ile sergiliyor. Üretme yok, sadece tüketme. Böylece Osmanlı İmparatorluğu da tükeniyor. Adım adım “yarı sömürgeleşmeye” doğru yol alıyor. Hemen eklemeliyim ki günümüz kadrolarının “Yeni Osmanlı” deyimini kullanmaları 1860’lı yılarlın “Yeni Osmanlı Cemiyetine” ve onun kurucuları Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, Ebüzziya Tevfik ve nicelerine bir anlamda hakarettir.

Osmanlı Devleti 1854’den itibaren hep borç aldı. Bu borçlar yetmedi Galata Bankerlerine de %50’ye ulaşan faizlerle borçlandı. Cevdet Paşa ilk borçlanmalardan sonra şöyle hayıflanmaktadır: “Keşke Fuat Paşa (Keçecizade) borç işinde başarılı olmasaydı da biz biraz kendi kendimize toparlanabilseydik. Borç para bulup hazine biraz rahatlayınca safahata dalacağımız belliydi ve öyle de oldu”.

Harem’de kadın efendilerin, sultanların harcamaları halkın dilindeydi. Rüşvet ve yolsuzluk olayları hareme kadar bulaşmıştı. Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Paşa, yolsuzlukları konuşurken Sultan Abdülmecit’e aynen şöyle söyleyebilmişti: “Çalmayan yok, merhum Valide Sultan (Bezmialem) bile bu işlerden rüşvet almıştır”.

Gerçeklerin üzerini örterek geçmişteki “harabat”tan bir “Devrisaadet” masalı yaratmak Nazi propaganda nezaretine bile parmak ısırttırır. “Tercüman-ı Ahval”, “Muhbir” vb. gibi Yeni Osmanlıların yayın organlarını okuyamıyorsanız, dönemin “Pera” basınına bir göz atın. İngilizce, Fransızca, Rumca, Ermenice gazeteler nasıl bir “Osmanlı” resmi çiziyorlar. Yanlış hesap Bağdat’tan döner buyurmuşlar eskiler. Bu kez “Pera”dan döner. Tabii anlayana.

Borçlar ve de bir küresel güce dayanarak bölgesel lider olma düşü bugünün uçuk “Yeni Osmanlı”sını tanımlar. Bilinir ki ikisinin de sonu hezimettir. Küreselleşmiş kapitalizmin ölümcül kâbuslarının, yarattığı dünyevi cehennemin insanlık açısından bir umut vaat etmediği açığa çıkmıştır. Bu bağlamda bu kara düşleri süsleyerek karanlıklar prensliğine soyunanlara kerelerce “yağma yok sosyalizm var” demenin zamanı artık gelmiştir. Cehennemi cennet diye sunanlara “yeter” demek bugünkü kadar gerekli olmamıştı.