Cumhuriyet Coşkusu (?)

Geçen hafta Cumhuriyetin 86. kuruluş yıldönümünü medyamızın bol al bayraklı yayınlarına göre çoşkuyla kutladık. Birileri bu haberlere inanmamızı istiyor ama, nafile işgüzarlık, Erkân-ı Hükümetin Anıtkabir’de ki törende asık, çatık kaşlı yüzlerine baktığımızda böyle bir çoşkunun izine bile rastlamadık. Yığınlara gelince hepsi ekmek derdinde, iş derdinde. Çoşku içten gelmeli. Başarılı sonuçlar kıvancı, mutluluğu yaratır. Oysa neredeyse yüz yaşına basacak olan cumhuriyet tam anlamıyla bir “sükût-u hayale” dönüşmek üzere.

Yenilerde Turgut Özakman’ın “Çılgın Türkler” dizisini iman tazelemek için okuyoruz. Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyanı”nı okurken nerede yanlış yapıldı, neden bu kutsal sefer ters yüz edildi sorusu beynimizi çatlatıyor. Ne oldu? Onuncu yılda çoşkuyla kutlanan, hala o günlerin marşı ile çoşulan Cumhuriyetin böylesine boynu niye büküldü.

23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Meclis açılırken o günlerin deyimiyle “Ulusal Egemenliğin”, “Halk İdaresinin” temel taşları döşeniyordu. Faaliyete geçen meclis, yayınladığı (kuruluş ve amaçlarını) içeren beyannamede “Emperyalizme ve onun kökeni olan kapitalizme” karşı olduğunu açıkça, cesaretle ifade etmişti. Bu beyannamenin, içeriği üç yıl sonra “İzmir”de unutuldu. Liberal ekonomiye bir anlamda teslim olundu. Evet Cumhuriyet ilan edildi ama bir önce ifade ettiğimiz teslimiyet şu soruyu da gündeme getirdi: Cumhuriyet ama kimin için?”

Bu sorunun yanıtı, Cumhuriyetin bekâsı için önemliydi. Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye’nin nüfusu 10-11 milyon dolaylarındaydı. Bu nüfus 1912-1922 yıllarını kapsayan dönemde cepheden cepheye koştuğu için hemen hemen tüm gençlerini kaybetmişti. Ekonomik olarak en varlıklı bölge olan Batı Anadolu Yunan işgalinin tahribatı ile yanmış, yıkılmıştı.Bütün Anadolu’ya mutlak bir yoksulluk egemendi. Fukaralık ve açlık bir karabasan gibi Anadolu’nun üzerine çökmüştü.Nüfusun hemen hemen yüzde 90’ı bu sefaleti paylaşıyordu. “Kimin için Cumhuriyet” bu bakımdan doğru yanıtlanması gereken bir soruydu.

Ne var ki, Cumhuriyetin daha ilk on yılında bu soru toprak ağaları, aşiret reisleri, tüccarlar, bir avuç iş adamı lehine yanıtlandı. ”Zenginleşin” hedefi bizzat “Gazi” tarafından öne sürüldü. “Sanayi Teşvik” için 1927’de sermayeye inanılmaz ölçülerde ödünler verildi. 1920’lerin sonunda Meclis'te iş takipçisi olmayan pek az milletvekili vardı. Yakup Kadri “Ankara” adlı yapıtında bu gerçeği ve o günleri çok güzel anlatır. Bu yapıtta, bir Cumhuriyet Balosu için “Ankara Palas”a gelenleri karşı kaldırımda izleyen kırk yamalı fukaraları anlatan bölüm bile kimseyi irkiltmemiştir.

“Devletçilik” dediğimizde kurucu partinin altı ilkesinden biri bile sanayileşmenin alt yapısını oluştururken “ihale”, “satın alma” ve “ucuz satış” politikaları ile bir avuç sermayedarı ihya etmiştir. Devlet Bankaları da düşük sayılabilecek faizlerle aynı amaca hizmet etmiştir. Sözün özü, can alıcı sorunun yanıtı “Sermayedar için Cumhuriyet”tir.

Aynı dönemde toprakları ya da yetersiz toprağı olan köylüler toprak ağalarının , aşiret reislerinin, tefecilerin, tüccarların zulmü altında ezildikçe ezilmişlerdir. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal ve nice yazarlarımız bu zulmün tanıklığını yaptıkları için önemlidirler.

Ağır da olsa gelişen sanayi, inşaat vb. gibi faaliyet kollarında çalışan emekçiler ise karın tokluğuna gündoğumundan batımına kadar çalışmak zorundaydılar. Sendika yasaktı, 1936’daki “İş Yasası” bile göstermelikti, aleyhlerine hükümlerle donatılmıştı. Sol düşünceye, siyasete izin yoktu. 1946’dan sonra anti-sosyalizm bir devlet politikasına bürünmüştü. Türkiye İşçi Partisi ve diğer sosyalist partilerin akibeti biliniyor. Ortanın solu gibi masum bir yaklaşımın bile İsmet İnönü, Bülent Ecevit gibi liderleri nasıl hedef tahtası haline getirdiği anılarımızdadır. Sol düşünceyi, sol siyaseti daha ana rahminde boğan bir cumhuriyetin kazanımlarını, sağ gerici saldırılara karşı koruması mümkün olabilir miydi? Bugüne bir bakın.

-Laiklikten eser kaldı mı? Başbakanımız laik cumhuriyet dese bile kastettiği laiklik cumhuriyetin 3 Mart 1924 kararlarıyla pekişen laiklik değildir. Cumhuriyetin egemen siyasi kadroları onu korumayı becerememişler, üstelik istememişlerdir.

- Demokrasinin ne denli köksüz karşıt düşünceye tahammülsüz bir yapıya sahip olduğunu 86 yıldır bittecrübe öğrendik. İnönü sola karşı adeta bir sur ördü. 1950 seçimlerinde meydan meydan grev hakkı ve sosyalizm aleyhine konuştu. Celal Bayar sermaye sınıfının İş Bankası'nın kuruluşundan beri hamisiydi. Menderes toprak ağasıydı. Demirel ABD’nin liderliğe taşıdığı başbakandı. Ecevit sadece bir mistikti, sola da o gözle baktı. Can Yücel’in çok güzel ifade ettiği gibi “Bir de bilimsel sosyalist olabilse”ydi, olamadı. Özal’a , Çiller’e sadece ABD’nin mutlak uzantıları olarak bakmak, Kemal Derviş’i ise “neo-liberalizm”in misyoneri olarak tanımlamaktan başka ne gelir elimizden. Sola demir bir perde çeken Türkiye’de Cumhuriyeti nasıl savunacaksın?

Bir İnkilâbın Gün Batımını yaşıyoruz. Bağdat caddesindeki fener alayının meşaleleri son ışıklardır. Reina’lardaki çılgın partiler, “Paper Moon” vb. gibi lokantalarda ki yemekler, Nişantaşı kafeleri, modernitenin, çağdaşlığın yansıması değil aldatıcı bir illüzyondur. Sermayenin belirlediği aklı bir yerde reddeden, din soslu, gerici bir dönemi birlikte yaşayacağız. Gazetelerimiz, medyamız, artan öldürücü fukaralığın, ölümlere adım adım yol açan sağlık sistemimizin eğitimsizliğin çekirdeğini oluşturan maarif düzeninin yanından bile geçmeyecek. Olmayan ve olmayacak bir “yeni Osmanlı” masalı ninniler eşliğinde yinelenecek. Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne ve benzerleri. Devletin İstanbul valisinin üstün buluşuyla pastadan “Gazi”nin kuklası çıkartılacak, yeni serazat liberalliğin sorumsuz akıl danesi olarak yüksek düşüncelerini Amerika’daki tarikat reisinin gazetesinde yazıp duracak.

Artık öğrenme zamanı gelmedi mi? Cumhuriyeti kurtaracak ve koruyacak tek yol sosyalizmdir. Elde bayrak Onuncu yıl marşını söyleyenler bu noktayı düşünmeye başlayın, “Beynelmilel”e tâlim edin.