Âsâyiş Berkemâl

Günümüzün yeni Osmanlıları başlıktaki deyimi hemen anlamışlardır ama biz gene de açıklayalım: Güvenlik, huzur mükemmel devam ediyor bir başka deyişle ülkenin dirlik, düzenlik açısından bir sorunu yok. Son bir hafta içinde gazeteleri okudukça, radyo ve televizyonları izledikçe hep yukarıdaki Osmanlıca ibare aklıma geliyor. Koca İmparatorluğun son elli yılında maliyesi özellikle gelir idaresi “Düyun-u Umumiye” ye bırakılmış, finans sistemi , sanayisi, ulaşım (tren, tramvay) kentlerin aydınlatılması (elektrik, havagazı) içme suyu, ordularının yönetimi yabancılara terkedilmiş, kendisi yarı-sömürge olmuş, adı “hasta adama” çıkmışken hala dış ve iç politikasında İslam kartını oynayan Halife-Padişahlar aynı sözcüğü nakarat gibi yinelenirdi: Âsâyiş Berkemâl

Ülkemizin yabancı şirketlerin taşeronluğunu üstlenen sanayinin çarkları durma noktasındayken, Hükümetin iç borcu 450 milyar sınırını aşmışken, işsizlik tavan yaparken , nisbî açlık mutlaka dönüşüp artarken, yoksulluk genel bir nitelik haline gelirken, dirlik ve düzenin yerinde olduğuna ancak şarabın bir çeşidi olan sirkeyle oruç açtığına inanan saflar inanır. Türkiye adım adım bir “fukara ve açlar” ülkesi olmaya hızla yol alıyor. Maslak'taki gökdelenler, Nişantaşı sosyetesi, boğazdaki dünyaca ünlü “Kafeşantan”lar ve de pahalı restoranlar kimseyi aldatmasın. Bir avuç insana hizmet ediyor onlar. Diğerleri, büyük yığınlar parmaklarını bile yalayamıyorlar, çünkü bala bile uzaktan bakıyorlar.

Bu durum sade Türkiye’de mi böyle. Hayır, tüm dünya “Sergerde” kapitalizmin girdabında sade ona özgü bir “dirlik-düzenliğe” sahip. Okullar silahlı öğrenciler tarafından taranıyor, ordunun en mutena birliklerinde binbaşı askerlerini adeta kılıçtan geçiriyor, cinayet, soygun,gasp ahvali âdiyeden olaylara dönüşmüş durumda. Polisler “Robocop”laşmış ayrım yapmadan önüne geleni dövüyor. “Çılgın Bir Dünya”yı fiilen yaşıyoruz. Maya takviminin kıyamet gününün doğru olup, olmadığını sakın Nasa’dan sormayın. O kıyamet geldi bugünden yaşanıyor.

Eskilerin güzel bir sözcüğü vardır, kaosu içinden çıkılmaz duygusunu veren karmaşayı anlatmak için kullanılırdı: “Kördöğüşü”. Günümüz Türkiye’si böylesine bir kördöğüşü içinde. İddianameleri ekleriyle neredeyse on bin sayfayı aşan ve bir adım atılamayan davalar, yalanla-doğrunun harmanlandığı haberleri pervasızca yayınlayan medya organları, kültür ve eğitim kaynakları internet ve bilgisayar oyunlarından ibaret olan bir genç kuşak ve cinayete uzanan eylemleri, BBG evlerinden de beter olan teknik takipler. Nefesimiz bile nerdeyse denetlenecek. Bir eski oyunun adını yeniden bağırmak istiyorum. “Durdurun Dünyayı İnecek Var”

Yenilerde tartıştığımız konuların başında yargıç ve savcıların “telekulak” kurumunca izlenmesi geliyor. Bağımsız yargı tartışılıyor. Bir bakanımız İslami fetva vermekten irşada edip ABD örneği bürokrasi yaratmaya soyunuyor. Kamu personelini “Devlet Memuru”, “Uygulama Memuru” olarak yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Köşe yazarlarımız “bağımsız yargı”, “hukuk devleti” nutku çekiyor. Bir hanım gazeteci pazarları “Her açıdan” dem vurarak yol gösteriyor. İnsanın uyanın demek geliyor içinden.

Küresel kapitalist düzeni tek dogma bellemiş serbest piyasa ile demokratikleşmeyi özdeşleştirmiş bir toplumda ne bağımsız yargıdan, ne de hukuk devletinden söz edilebilir. Yansız bürokrasi zaten bu düzende var olamaz. Medeni yasadan, ceza ya da ticaret yasasına kadar sisteme uyumlanmış bir ortamda yargıç ve savcı nasıl “vicdani karar”(?) verebilecektir.

ABD hukuk sistemi düzene bağımlılığın en güzel örneği. Güya demokratik olsun diye hakimler, savcılar, temyiz mahkemesi üyeleri seçimle iş başına gelirler. Bir çok yerde hukuk bilgilerine bile bakılmaz. Hem seçim gibi kampanyalar çok masraflıdır. Adaylar bu kampanyaları yürütmek için sponsorlara başvururlar. Böylece peşinen bağımlılık olgusu ortaya çıkar. Büyük şirketler kendi çıkarlarına hizmet verecek adayları desteklerler. Meraklısı bu sistemi eleştiren nice kitap, bilimsel makale bulup değerlendirebilir.

Halk jürisi sistemi de hukuki açıdan bir başka bağımlılık faktörüdür. Siz bakmayın, usta savcı ya da avukatların harika mantık oyunları sergilediği ABD filmlerine, dizilerine. Onlar masaldır, ninnidir. Henry Fonda’nın “On İki Kızgın Adam”ı ise tek başına jüri mekanizmasını anlatamaz.

Benim kuşağım Sovyetler Birliği'ni, sosyalizmi kınayan nice söylemde, sayısız yapıtta hep orada var olan “dinlenme”, “izlenme” vb. teknik takipleri okuduk, seyrettik. Bu bağlamda eleştirilerle koşutlandık. Şimdi bizzat yaşayınca gerçeği daha iyi fark ediyoruz. George Orwell ünlü yapıtında “Büyük Ağabey Sizi İzliyoruz” sloganını Sovyetler Birliği'ni eleştirmek amacıyla ortaya atmıştı. Şimdi devran döndü o propaganda düzeni kapitalist düzen benimsedi.

Geçmiş günlerde gazeteler, başlıklarının altında şöyle bir tümceye yer verirlerdi:”Günlük bitaraf (yansız) siyasi gazete”. Aldatıcıydı bu cümle çünkü hemen hepsi bir siyasi görüşün yanlısıydı. Bugün ise “bitaraf” olmak, “bağımsız” kalmak sistemin egemenliği içinde mümkün değildir. Bunu, Cuma günü “açılım” oturumundaki konuşmasında Başbakan tek bir cümleyle itiraf etmiştir. Muhalefet sıralarına dönerek aynen şöyle demiştir: “Statükoya devam edebiliyorsanız buyurun devam edelim”. Böylesine elinin-kolunun bağlı olduğuna, aczini itiraf eden bir cümle durumunu ve de konumumuzu ortaya koyuyor. Gerisi teferruattır. Anlayana!