Bunca saldırıya rağmen, “Milli Eğitim kırımızı çizgimizdir, iktidar bu alandaki bilim dışı saldırılarını durdurmazsa görüşme mörüşme olmaz” diyebilen bir anamuhalefet lideri görebiliyor musunuz?
Beklenen oluyor. 31 Mart Yerel Seçimlerinden “birinci parti” konumunu kaybederek çıkan AKP, geri adım atmak yerine “sulta”sını pekiştirerek çıkış arıyor. İnşa yolundaki şeriatçı rejimine yeni istinat duvarları, yeni sütunlar oluşturmaya girişiyor.
Ne “fabrika ayarlarında” ne de sonraki siyaset mecrasında hiçbir zaman demokratik kaygıları olmamış bir dinci-faşizan hareketin, gerileyen siyasi etkisini “yumuşayarak”, “yeni uzlaşma zeminleri yaratarak” aşmaya çalışması esasen siyasetin doğasına aykırı olurdu. Bu tür rejimler, kendi programları yönünde durmaksızın “ilerlemek” ve kendilerini hesap sorulamaz bir bölgeye taşımak zorundadırlar. Seçimlerde oy yitirmeleri onları duraklatmaz tam tersine hızlanmaları gerektiğinin işareti olarak algılanır. Çünkü zaman sıkıştırmaktadır ve hareket alanlarının daralmasına izin verilemez!
Elbette siyasi muhaliflerinden gelen ikramları da reddedecek, bir sözde “modus vivendi” sürecindeymiş gibi yapmaktan kaçınacak değiller. Ama aynı süreçte kendi programlarını damardan ilerletme imkânlarını buluyorlarsa, neden dursunlar? Nitekim, Milli Eğitim sistemine cepheden saldırıdan vazgeçmemek tam da bunun uzantısında. Kendi kırmızı çizgilerini boşuna hatırlatıp durmuyor Erdoğan.
Peki bu fütursuzluğu nereden kaynaklanıyor? Karşısındaki siyasi muhalefetin doğru tanımlanmış kırmızı çizgilerinin hâlâ olmamasından! Bunca saldırıya rağmen, “Milli Eğitim kırımızı çizgimizdir, iktidar bu alandaki bilim dışı saldırılarını durdurmazsa görüşme mörüşme olmaz” diyebilen bir anamuhalefet lideri görebiliyor musunuz?
Siyasette ikinci sıraya gerilemiş ve üstelik Cumhuriyet’in kazanımlarını ve temel Anayasal normları iğdiş etmiş bir siyasi hareketin kırmızı çizgileri var -ki bu çizgiler laik Cumhuriyet rejimi düşmanlığı etrafında yoğunlaşıyor- ama Cumhuriyetin kurucu partisinin aynı konudaki kırmızı çizgileri birinci ağızdan dillendirilmiyor bile. CHP, iktidarı yumuşamaya ikna ederek mevzii başarılar elde etme (mesela 1 Mayıs’taki haksız-hukuksuz tutuklamalarda “taviz” koparma) ve seçmen desteğini çoğaltma derdinde; AKP ise kendi siyasi ve ekonomik programını toplumsal tepkileri asgariye çekerek uygulamak, kolluk ve yargı üzerinden devreye soktuğu, baskıcı mevzuat üzerinden tamamladığı sosyal zorlamalarla (“Etki ajanlığı”, “Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği” gibi) zorba bir meşruiyet kazandırarak yol almak derdinde. Bunlar hiçbir biçimde eşit ayaklı olmayan “müzakere” pozisyonlarıdır!
Milli Eğitim boşuna seçilmiyor
“Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” denilen Ortaçağ’a dönüş müfredatı, AKP açısından bir “sıfırdan başlama” programı değil; 22 yıldır adım adım geriletilen bir eğitim sistemine son darbeyi indirme girişimi. ÇEDES denilen yobazlık projesinin, din derslerinin sayılarının çoğaltılarak fiilen hepsinin zorunlu kılınmasının, okul öncesi çocukların bile bile din eğitimine zorlanmasının üzerine geliyor.
Üstelik bununla da yetinmeyeceğini, “Öğretmenlik Meslek Kanunu Teklifi” ve “Milli Eğitim Akademisi Kanun Teklifi” taslaklarıyla ortaya koymuş bulunuyor. Bundan böyle rejimin militanına dönüşmüş öğretmenler dışında bir eğitim kadrosuna tahammül edilmeyeceği ve hızlanmış adımlarla bu yönde ilerleneceği cümle aleme beyan ediliyor.
Türkiye AKP iktidarı altında çok partili dönemin en geri, en karanlık dönemini yaşıyor. Üstelik rejimin gizlisi saklısı yok. Talim Terbiye Kurulu’nun tüm yöneticileri artık İmam Hatip mezunlarından oluşuyor. TTK ve MEB ortaklığıyla hazırlanan müfredat, çağdışı bir eğitim/öğretim programını ilk ve orta öğretimin eğitimcilerine, öğrencilere ve onların kaygılı velilerine dayatmaya girişirken, kendisini hiçbir kurumsal yapının engelleyemeyeceği rahatlığıyla davranıyor. Siyasal ve toplumsal tepkileri de sözde “yumuşama” safsatasıyla ve dinci baskılar üzerinden savuşturacağına emin olarak yol alıyor.
İşbaşında olan, militan bir Cumhuriyet düşmanlığıdır. Eğitim sistemini saldırılarının merkezine almaları şaşırtıcı değildir; çünkü gözlerini artık büyük ölçüde tamamladıkları Cumhuriyet yıkıcılığının sonrasına yani toplumun geleceğini karartmaya dikmişlerdir.
Buna izin vermemek gerekir. Bu yüzden de tepkiler çok yüksek olmalı, bugüne kadarki tepkilerin çok üzerinde bir kitleselliğe ulaşmalıdır. Hem siyaseten hem eğitim sendikaları bakımından hem de veliler yönünden.
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bu konuda üzerine düşeni yapmaya kararlıdır. Şimdiden sekiz bin civarında imzaya ulaşan bir kampanyayla bu Cumhuriyet düşmanı gerici müfredata karşı ülkenin değerli aydınlarını, sanatçılarını ve laik Cumhuriyeti savunan kesimlerini buluşturmayı başarmıştır. Bundan sonra da Aydınlanma Seferberliği kapsamında AYDINLANMA SEMİNERLERİ düzenleyerek çok sayıda seçkin aydınımızın katkılarıyla Türkiye’nin aydınlık geleceğinin inşasına omuz vermeyi sürdürecektir.
Kadir Sev dostumun ardından
Kadir’le yollarımız ve yaşamlarımız ben Ankaralı olduktan sonra yani tam 45 yıldır kesişiyor. Sayıştay’ın devrimci nüvesinden tüm dostlarla bu süre içinde mücadele arkadaşlığımız oldu. Elbette sosyal ilişkilerimiz de gelişti. Masaların etrafında buluşmayı da ihmal etmedik. Kimi dostları erken yitirdik; Musa Özdemir, Fikret Gülen gibi benim üzerimde derin izleri olan dostlar onlar arasındaydı. Siyasi yakınlıklarımız bu 45 yılın en önemli belirleyicisiydi; Ali Rıza Aydın ve Kadir Sev ile son 15 yılda soL Gazete, soL Haber Portalı, Dayanışma Meclisi ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi üzerinden gelişen ortaklaşmalarımız da yeni bir unsur olarak devreye girmişti. (Diğer değerli bazı Sayıştaycı dostlarla ve onların aracılığıyla tanıştığım güzel insanlarla da teması hiç kaybetmedim elbette).
Kadir benim çok takdir ettiğim bir araştırmacıydı. Sayıştay Denetçisi olmanın bir alışkanlığı olabilir ama Kadir son aylara kadar Resmi Gazete okumadan günü tamamlamazdı. Bunun büyük bir artısı, hepimizden önce birtakım gelişmeleri haber alması ve dostları ve okuyucularıyla paylaşması oluyordu. Yazılarında sözü uzattığına, ana konusundan saptığına tanık olunmazdı. Sade ve vurucu yazıları adeta bir tarz yaratmıştı. Yazılarını asla kaçırmazdım. Ondan çok şey öğrendim.
Kadir ilginç ve komplekssiz bir kişilikti. Esprili kişiliği zekasının anahtarı gibiydi. Bu nedenlerle kendisiyle de dalga geçebiliyor olması hiç şaşırtıcı değildi. Okumaya, öğrenmeye ve tartışmaya özel bir ilgi duyardı. TKP üyeliği kişiliğinin tamamlayıcı bir parçasına dönüşmüştü. Bununla gurur duyuyordu. Partili dostları da onu her zaman çok önemsediler, hak ettiği değeri ve saygıyı ona hep hissettirdiler. Şubat 2024’ten itibaren hızla ilerleyen hastalığında onu hiç desteksiz bırakmadılar.
En son Aralık ayında (10 Aralık 2023’te) sevgili Fikret Gülen anısına Sema Gülen’in evinde buluştuğumuz yemekte uzun bir süre sohbet etme imkânımız oldu. Sonradan da bazı etkinliklerde birkaç kez (ve hastalığının ilerlediği sırada evinde) görüşmüş olmamıza rağmen ben onu hep 10 Aralık buluşmamızdaki haliyle hatırlıyorum ve hatırlayacağım. O yemekten sonra zaten hastalığı ortaya çıktı ve kötüleşme dönemi başladı. Sevgili eşi Güldal Sev, bu altı aylık süreçte fiziki olarak çok yorulduğu bir süreç yaşadı. Şimdi ona destek olma zamanı.
Hastalığı sırasında onu yalnız bırakmayan ve her işine koşan sevgili dostlarının emekleri ve özverileri unutulamaz. Sevgili Güldal’a, kızları Ceren’e ve tüm dostlarına baş sağlığı diliyorum.
Kadir’in anısı bizlerle yaşayacak. İyi ki yaşamlarımız kesişmiş…