Görüldüğü üzere seçimler sonrasında ekonomide her türlü olasılığa açık gelişmeler yaşanabilecektir. Bu olasılıkların yeni siyasi tavizler üzerinden ilerlemesi de şaşırtıcı olmayacaktır.

Ekonomide durum nazik!

Bugünlerde gündem siyaset olduğu kadar ekonomi. Mayıs 2023 seçimleri öncesinde de ekonomi önemli bir gündem maddesiydi. Geçen yıl bu zamanlar, seçim kazanmaya endeksli olarak uygulanan “enflasyonu ve döviz kurunu akıl almadık yöntemlerle baskılama” politikalarından seçim sonrasında mecburen 180 derece dönüş yapılacağı kesindi. Üstelik hangi taraf kazanırsa kazansın... Bunu bağımsız iktisatçılar kadar iktidar ve muhalefet koalisyonlarının tüm siyasi/ekonomik kurmayları hatta Erdoğan-Nebati ekibi dahi biliyordu. Seçmenlerin önemli bir bölümü ise bu mecburi dönüşümden habersiz olarak sandıklara gitmişti.

Seçimleri iktidar bloğu kazandı ve ekonomi politikalarında kendisinden beklenen U dönüşünü yapmakta bir an bile duraksamadı. Örtük bir IMF programına hızlı ama şimdilik ılımlı bir geçiş yapıldı. Yakın gelecekte yerel seçimler olmasa bu geçiş ilk andan itibaren “sert” olacaktı ama “sertleşme” aşaması 10 ay sonrasına ertelenmiş oldu.  Fakat “ortodoks” neoliberal politikalara “ılımlı” dönüşün 10 ay boyunca genel ekonomik tabloda yeterince düzeltme yapamamış olmasının getirdiği moral bozukluğu ve kuşkular da birikmeye başladı. O nedenle, 31 Mart seçimleri arifesinde ekonomi gene yoğun olarak gündemde ve seçim sonrasında programda ciddi radikalleşme beklentileri yaygınlaşmış durumda. O kadar ki bu defa daha geniş seçmen çevreleri de buna göre pozisyon almaya çalışmaktalar. (TL’den dövize, altına, kripto paralara, borsaya kaçış; dayanıklı tüketim malları ve ithal mallar talebini seçim öncesine alış, vs.).

Aslına bakılırsa, Haziran 2023 sonrasında Merkez Bankası’nın faizleri pek de ılımlı arttırmadığı söylenmelidir; sekiz ay içinde yüzde 8,5’tan yüzde 45’e çıkılması az şey değildir. Ancak Haziran’dan itibaren devletin kontrolü altındaki mal ve hizmet fiyatları üzerindeki baskının azaltılması, döviz kurlarının tutulmasından kısmen vazgeçilmesi (tamamen değil, çünkü son aylarda hem yeniden seçime endeksli davranılması hem de yükselen enflasyon ortamında TL’den kaçış durdurulamadığı için kur artışlarını denetim altında tutma eğilimin sürmesi), seçim öncesinde vaat edilen ücret artışlarının devreye girmesi, KKM’de çözülmelerin teşvik edilmesi, fırsatçı ve tekelci fiyatlamaların dolu dizgin gitmesi gibi nedenlerle enflasyonun tırmandığı düzey, faizin yeni düzeyinin de oldukça üzerinde kalmaya devam etmiştir. Ancak, çabucak eskitilen bir önceki TCMB başkanının son enflasyon raporu açıklamasında “yüzde 45’lik düzeyin uzun süre değişmeden kalacağına” dair öngörüsünün gerçekleşemeyeceği kısa sürede belli olmuştur. Muhtemelen seçim sonrasındaki aylarda yüzde 50 ve 55’lik faiz düzeyleri görülebilecektir.

Bu arada, seçim sonrasına ertelendiği düşünülen kredi kartlarına ilişkin sınırlamaların, Mart ortasında kısmen devreye girmesi, istikrar programının ne denli sıkıştığının da göstergesidir.  Buna göre, kredi kartları nakit avans taksit sayısının 12’den 3’e indirilmiş, nakit avans çekimlerine uygulanan faiz yüzde 4,42’den yüzde 5’e, bunların gecikme faizleri ise yüzde 4,72’den 5,30’a yükseltilmiştir. Tüketici kredilerinde yıllık artış yüzde 31 düzeyinde tutulabilirken, kredi kartlarında yüzde 155 düzeyinin aşılması aslında geçim sıkıntısı çeken kesimlerin büyüyen çaresizliğini de göstermekteydi. Kredi kartlarına uygulanan çeşitli faiz düzeylerinin Kasım 2023’ten itibaren seçime endeksli olarak sabit tutulması kararının seçime 15 gün kala yükseltilmesi, ekonomi yönetiminin kaygılarının Saray’ın kaygılarını aştığını gösterir. Bu da 31 Mart’tan sonra kredi kartları kullanımını sınırlandıran çok daha fazla kısıtlamanın devreye gireceğinin yeni kanıtlarındandır. Bunlar arasında, kredi kartı limitlerinin düşürülmesi; asgari ödeme tutarının arttırılması (örneğin yüzde 40’ten yüzde 50’ye çıkarılması); taksitli alışverişlerin tamamen sonlandırılması; kredi kartlarının alışveriş amacı dışında kullanımını caydıracak biçimde faiz ve gecikme faizi oranlarının sürekli artışlara konu yapılması gibi “draconien” önlemler sayılabilir.

Talebi kasmak için gelirleri ve borçlanma imkânlarını kısmak!

Peki amaç nedir? Amaç talebi kısmaktır. Gelirler politikasıyla (yani ücret gelirleri başta olmak üzere gelirlerin enflasyon karşısında reel olarak aşındırılmasıyla) yetinilmemektedir. Geniş kitlelerin kolay borçlanma olanaklarıyla satın alma güçlerini takviye etmeleri de istenmemektedir. AKP ilk 10 yılında bunun tam tersini uygulamış, halkın aşınan gelirlerini kolay borçlanma yoluyla telafi edebilmesini teşvik etmiş ve bir refah artışı illüzyonu yaratabilmişti. Şimdi bunu bile yapabilecek durumda değil.

Özellikle son yıllarda birikmiş önemli sorunlar var: KKM’nin getirdiği ve getireceği yükler (TCMB’nin yüklü miktarda zarar yazması ve bunun Hazine’yi zorlayacak olması); yüklü dış borçlar ve bu borçlar içinde kamunun payının çok yükselmiş olması; dövize endeksli iç borçların payının iyice büyümesi, dolayısıyla merkezi yönetim bütçesi faiz giderlerinin tırmanması; vergilerin tahsilat/ tahakkuk oranlarının gerilemesi ve bütün bunların bütçe açıklarını iyice kontrol dışına çıkarması; TCMB rezerv kayıplarının büyük bir soruna dönüşmesi, vs. Nitekim bu yılın ilk iki ayında merkezi yönetim bütçesi açığı 304 milyar TL’ye, faiz ödemeleri de 176 milyar TL düzeyini bulmuştur. Ancak eğer yıl sonu açık hedefleri “tutturulacaksa”, bütçe açığının önümüzdeki aylarda daha da yukarı gitmesi beklenmelidir.

Bütün bu nedenlerle, istikrar programının OVP döneminin (2024-26) tümünü içermesi beklenmekte. Ancak tek haneli enflasyon oranlarını görebilmek için daha ötesine taşabilme potansiyeli de bulunmakta. Nitekim iki gün önce Hazine ve Maliye Bakanı, “üç yıllık zorlu bir dönemin geldiğini” açıklarken, OVP döneminin de aşılacağını işaret etmiş olmaktadır.

Peki buradan giderek talep gerçekten kısılabilir mi? Buraya kadar saydıklarımız ücretli kesimler ile ücretliler dışındaki (küçük çiftçiler gibi) düşük gelirli kesimlerin ve elbette emeklilerin talebini kısmaya yönelik önlemler. İyi ama bu kesimlerin GSYH’den aldıkları pay hiç de yüksek değil. Hatta TÜİK Gelir Dağılımı İstatistikleri 2023 sonuçlarına göre yüzde 20’lik nüfus gruplarına düşen GSYH paylarına bakıldığında en yoksul yüzde 20’nin payının yüzde 5,9, ikincisinin yüzde 9,8, üçüncünün ise yüzde 14 olduğu görülür. Buna göre nüfusun yüzde 40’ı milli gelirin yüzde 15,7’sine, yüzde 60’ı ise 29,7’sine ulaşabilmektedir. Şimdi soru şu: Bu yoksul ve giderek yoksullaşan toplum kesimlerinin gelirlerini daha da kısarak mı talep yönetimi yapılabilecektir? Programın sınıfsal özü bunu gerektiriyor olabilir ama bu, sonuç almasının garantisini oluşturmaz.

Sermaye bedel ödeyecek mi?

Eğer son sorunun yanıtı olumsuzsa bunu bir başka soru izlemelidir: GSYH’nin yüzde 49,7’ine el koyan en üst yüzde 20’lik gelir grubunun (hatta bunun içindeki yüzde 10’luk, yüzde 5’lik ve yüzde 1’lik nüfus dilimlerindeki süper zenginlerin) gelir ve taleplerinin yönetimi için hangi politikalar önerilmektedir?

Yüzde 5’lik dilime geldiğinizde burada sermayenin çeşitli kesimlerini ve yüksek rantiye gruplarını (bunlara ek olarak nakit ve taşınmaz zengini komisyoncu/rantçı yolsuz siyasetçileri) bulursunuz. Enflasyonu, tekelci fiyatlama ve yüksek/keyfi kârlar üzerinden yukarı iten en önemli toplumsal kesimler de buradadır. 2024 bütçesinde vergi harcamalarının boyutu 2,2 trilyondur. Bunun sermaye kesimine yönelik bölümü, Şimşek’in açıklamalarına bakılırsa, 1 trilyon 570 milyar TL düzeyindedir. Bu kesime yeni vergi getirmeyi bırakalım bu vergi ayrıcalıklarının ne kadarını tasfiye etmeye hazırsınız acaba? Şimşek bazen “verimsiz vergi harcamalarından vazgeçmeyi” ima etmektedir. Peki sermaye ile kol güreşini kim yapacak? Sermaye iktidarı mı? Bunun olamayacağının bir işareti de Şimşek’in son açıklamalarından çıkmaktadır. Şimşek, “istisna ve muafiyetleri gözden geçireceğiz” derken özellikle KDV’nin yüzde 1 ve 10 oranlarına tâbi mal ve hizmet gruplarını kastediyor olmasının gösterdiği gibi, gene geniş (ve yoksul) halk kesimlerinin tüketimine sınırlama getirilmek istenmektedir.

Öte yandan dövize endeksli ve bütçe üzerine inanılmaz yükler getiren ve dolayısıyla enflasyonu sürekli besleyen geçiş/yatış ücretlerinden yani her türlü KÖİ anlaşmasından çekilmeyi kim sağlayacak? Bu anlaşmalardan beslenen siyaset erbabı mı? Kamunun merkezinde olduğu yolsuzlukları kim frenleyecek, İhale Yasasının delik deşik eden mevcut siyasi iktidar mı?

Hazine ve Maliye Bakanının tasarruf genelgesini derhal çöp sepetine atan Saray başka olmak üzere bakanlar ve yüksek bürokratlar mı tasarrufa yönelecek? Bir tasarruf genelgesine bile uymayanların, yolsuzluk ekonomisini sonlandırmaları beklenebilir mi?

IMF ile resmi bir stand by düzenlemesine mi?

Şimdi böylesine yozlaşmış bir yapıda IMF programına resmen geçiş yapılabilir mi sorusu da akla gelmiyor değil. Bir kere şunu belirtelim: Bu iktidar bir IMF programına şiddetle ihtiyaç duyar durumdadır. Çünkü beklenen dış kaynaklar bir türlü gelmemektedir. Bu, aciliyeti giderek büyüyen bir sorundur. Seçimden sonra işlerin düzeleceği olasılığı da zayıflamaktadır.

Önünde dört yıllık seçimsiz bir dönem olduğu için AKP esnekliğinde bir iktidar IMF’den yüklü bir kaynak gelme ihtimali halinde resmi bir IMF düzenlemesine hayır demez. Üstelik IMF ile anlaşılmasının ülkeye diğer dış kaynakların girişinin de önünü açacağı hesabı yapılır mutlaka.

Ortada gene de iki sorun kalmaktadır: Bir, IMF Erdoğan iktidarıyla böyle bir düzenlemeye sıcak bakar mı? (Elbette AKP iktidarından Ortadoğu ve Karadeniz’de alınabilecek yeni siyasi tavizler karşılında ABD IMF’yi “ikna” edemez değil. Ve unutmayalım, 2005’te IMF’nin AKP’yle program uzatmasına gitmesi tamamen siyasi temelliydi). İkinci sorun ise, Erdoğan iktidarının IMF disiplinine girmeye ne kadar istekli olabileceğidir. Ancak burada da ABD’nin görünmez eli devreye girebilir. Buna rağmen olası bir IMF standart düzenlemesinin durumu kurtarabileceği de şüphelidir.

Görüldüğü üzere seçimler sonrasında ekonomide her türlü olasılığa açık gelişmeler yaşanabilecektir. Bu olasılıkların yeni siyasi tavizler üzerinden ilerlemesi de şaşırtıcı olmayacaktır.