İstanbul’u sermaye ve rant kenti olmaktan ibaret sanan Şimşek’in, “Kurum kazanırsa şirketler kazanacaktır” demesi bir “kral çıplak” itirafıdır ve AKP adayının ayağına çelme takmaktan farkı yoktur.

Sermaye düzeninin savunulması

Başlığı şöyle de atabilirsiniz: Sermaye iktidarının saldırısı! Her seçim, sermaye iktidarı açısından mevzilerini korumak yanında yeni fetih alanlarına yayılmaktır aynı zamanda. Özellikle de uzun süren merkezi iktidarından sonra. Buradaki “fetih alanları” sadece yeni beldelerin ele geçirilmesinden ibaret değildir; ideolojik/kültürel hegemonyasını sarsan her türlü “boşluğu” doldurmaktır. Rejimin niteliği dinci-faşist bir çizgide ilerliyorsa, ülkenin ekonomik ve siyasi merkezlerini oluşturan devasa beldelerin (ki bunlar artık il çapında büyükşehir belediyeleridir) kısmen de olsa rejimin etki alanı dışında kalmasına izin verilmek istenmez. Hele buralarda sermayenin bazı fraksiyonlarının yerel mevziler inşa etmesine göz yumulmak istenmez.

Faşizm total bir ideolojidir, devletin ve toplumun bütününü kapsamadan hedefine ulaşmış sayılmaz. İslamcı rejim inşası yolunda bir toplum mühendisliği yapılması da benzer niteliktedir. İslamcı rejim inşası, Türkiye Cumhuriyeti gibi aydınlanma devrimleri üzerinde kurulmuş bir toplumsal formasyonda, faşizme varan despotik baskılar olmaksızın gerçekleştirilemez. Dolayısıyla bu iki “totaliter” eğilim birleşir (birleşmek zorundadır) ve kendi meşruiyetini dini/kültürel ideoloji üzerinden kurmayı seçer. Ancak toplumun aydınlanmacı damarlarının ve yaşam tarzlarının tümüyle ele geçirilmesi o kadar kolay değildir. Sistem tümüyle sermaye lehine çalışıyor olsa dahi, bazı sermaye fraksiyonları kendilerinin ve çevrelerinin (şirket yöneticileri dahil) yaşam tarzlarını koruyacak daha ılımlı modelleri veya geçiş süreçlerini tercih ederler. Yerel yönetimler de bu bakımdan (sermaye düzenine kuşkusuz aykırı olmayan) bazı tutunma pozisyonları sağlayabilir. Dolayısıyla dinci-despotik iktidarın toplumu ve yerel yönetimleri fetih süreci doğrusal bir çizgide ilerleyemez.

İktidarın yeni saldırı araçları: Tehditler ve ekonomi yalanları

Bütün bunlar iktidarın yeni saldırı pozisyonlarına geçmesine neden olur. Belirli bir demokratik olgunluğa/itiraz kültürüne erişmiş toplumlarda kesinlikle ters tepecek olan “oy yoksa hizmet yok” tarzındaki bir tehdit/şantaj politikası bıkmadan usanmadan zihinlere yerleştirilmeye çalışılır. Deprem bölgesindeki seçmenin bile bu tür bir (Mayıs 2023 öncesinde çok da doğrudan dile getirilmemiş) denklemi kendiliğinden kurduğuna güvenilir. Ancak Özal döneminde 1989’da benzer bir politikanın ters teptiği, İzmirlilerin de 2004 yerel seçimlerinden itibaren her yerel seçimde dillendirilen bu tehditlere pabuç bırakmadığı unutulmamalı. (O nedenle AKP İzmir adayları buna 2024 seçimlerinde şimdilik başvurmuyor, hatta parti amblemini bile öne çıkarmıyorlar!). Dolayısıyla, AKP’nin bu tehdit yöntemlerinin her yerde iktidar bloğu lehine sonuç vermesi beklenemez.

Şimdiye kadar siyaset sahasına doğrudan sürülmemiş olan teknokrat kimlikli Hazine ve Maliye Bakanı’nın AKP İstanbul adayının yardımına gönderilmesi de benzer bir “kaybetmeyi göze alamama” mantığının uzantısındadır. Gerçi bu takviyenin ne kadar olumlu destek vereceği hayli kuşkuludur. Nitekim İstanbul’u sermaye ve rant kenti olmaktan ibaret sanan Şimşek’in, “Kurum kazanırsa şirketler kazanacaktır” demesi hem bir “kral çıplak” itirafıdır hem de AKP adayının ayağına çelme takmaktan farkı yoktur. İstanbul seçmeni eğer şirket çıkarları ile halkın çıkarları arasında koşutluk değil ama zıtlık olduğu gerçeğini göremeyecek kadar kör değilse, bu söylem iktidar lehine çalışmayacaktır. Gerçeğin çıplak bir itirafı olan bu “siyasi gafın”, çoğunluğunu ücretli emekçilerin oluşturduğu İstanbul halkından gerekli karşılığı alma olasılığı daha yüksektir; bu yüzden de muhtemelen tekrarlanması ve zihinlerde olumsuz yer etmesinden kaçınılacaktır.

Hazine ve Maliye Bakanı iktidar merkezli yalanların bir kez daha piyasaya sürülmesini de üstlenmiş gözükmektedir. Türkiye’nin son ekonomik verilerini (özellikle dış ticaret ve büyüme verilerini) allayıp pullaması bu defa en az sermaye çevrelerinde alıcı bulacaktır. Çünkü bu çevreler ekonomik verileri kendi sınıf çıkarları ekseninde yorumlamak bakımından siyasi iktidardan daha donanımlı konumdadırlar. Bu arada seçim sonrasının ekonomik politikaları konusunda da ihtiyatlıdırlar. Şimşek bir süredir seçim sonrasında iç talebin şiddetli daralacağını, bunun Orta Vadeli Program’ın da öngördüğü şekilde hem gelir hem faiz politikalarının eşanlı etkileriyle hanehalkını ve ihracata yönelmeyen şirketler kesimini vuracağını ya açıkça söylüyor ya da ima edip duruyor. Seçim sonrasında döviz kurlarında bir patlama beklentisiyle dayanıklı mallar talebinin öne alınması da (Ocak-Şubat otomotiv satışları tarihi rekor kırdı) bunun bir göstergesi. Bu koşullarda enflasyon da Haziran’a kadar yeni rekorlar kıracak görünüyor. Sermaye kesimi, özellikle ihracatçı büyük sanayici kesimler, iç maliyetlerdeki artışı önümüzdeki aylarda enflasyonun yıpratıcı etkileriyle emekçi kesimlere daha fazla yüklemenin hesabını yapıyor, ama beklerken “rekabetçi kur” safsatasıyla TL’nin daha hızlı değer kaybını da talep edip duruyorlar! Şirketlerin çıkarlarıyla halkın çıkarlarının bağdaşmaz çelişkisi böylece bir kez daha ortaya çıkıyor.

Ama Şimşek efendi bir yandan enflasyon artışını bile şimdilik talep yönetimi politikasının bir aracına dönüştürürken diğer yandan AKP iktidarının yerel yönetimlere nasıl eşit ve adil davrandığının sözde nesnel verilerini üzerinden büyük aldatmacayı sürdürüyor. İstanbul’un genel bütçeden en yüksek payı alan yerel yönetim birimi olduğunu söyleyerek İstanbul’daki rakip adayı aklınca yalanlamaya yelteniyor. Doğrusu şu: Yerel yönetimler genel bütçe vergi gelirlerinin topluca yüzde 10’u kadar bir vergi payı alırlar. Bu, iktidarların lütfuna/keyfine tâbi olmayan yasal esaslara göre yapılan bir dağıtıma konu olur. İstanbul elbette en yüksek payı alacaktır çünkü Türkiye’nin nüfus ve ekonomik büyüklük olarak açık ara en büyük kentidir/ilidir. (Kaldı ki başta İstanbul olmak üzere büyük metropollerin kamu gelirlerine katkısı bütçeden aldıkları vergi payının çok çok üzerindedir!). Bu yasal payların dağıtımında dahi bir zamanlar önemli eşitsizlikler yapılmış, belediyelerin bütçe vergi paylarından borçları düşülerek eksik ödeme yöntemi kullanılmıştı. Şimdiki eşitsizlikler ise iki kanaldan yapılmaktadır: – Bütçe payları dışında İller Bankası’nın (ve Belediyeler Birliği’nin) belediyelere tahsis ettikleri kaynaklar, tamamen siyasi ölçütlere göre yapılmakta ve iktidar elinde olmayan belediyeler dışlanmaktadır. – Muhalefetin elindeki belediyelerin yatırım projelerine ve bunlar için sağladıkları finansman kaynaklarına onay verilmeyerek veya bu izinler “iş işten geçtikten sonra” verilerek her türlü engelleme yapılmaktadır.

İşin özü şudur: Emekçi sınıflar kendi gerçek sınıf düşmanlarını iyi tanımalıdır. Bunlardan birinci sırada geleni 22 yıldır ülkenin başına çökmüş siyasetçi tipi iken, ikinci sırada geleni yerli sermaye yanında uluslararası sermayenin de mutemet adamı olan ve 2007-2018 döneminden sonra 2023’ten itibaren yeniden ekonominin başına getirilmiş bulunan Mehmet Şimşek’ten başkası değildir. Sermayenin Şimşek severliği de zaten bunun dolaylı bir kanıtıdır.

Diyanet çevrelerinin büyüyen rolü

Tam da iki seçim arasında özellikle de 2024 başından itibaren Diyanet üzerinden rejimin meşrulaştırılma çabalarının arttırılması bir rastlantı olamaz. Hem AKP rejimi sıkışmıştır hem de rejimini pekiştirme çabalarının ek desteklere ihtiyacı vardır. İki bakımdan. Birincisi, AKP, hem yeni dinci partilerin yükselişi üzerinden gelen tehdidi karşılamak üzere hem de kendi dincileştirme programını artık kaçınamayacağı bir biçimde hızlandırarak hareket etmek durumunda olduğundan şeriatçı/hilafetçi söylemlerini sıklaştırmak ve yaygınlaştırmak seçeneğiyle baş başadır. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanı şimdiye kadarkilerden çok daha militan bir çizgiyi temsil etmektedir. Evrim kuramına saldırıdan, ÇEDES ve benzeri tarikat yapılarının milli eğitimin her alanına nüfuz etmesine, öğretim birliğinin Diyanet ve tarikatlarla yapılan işbirlikleri üzerinden ayrıca zedelenmesine, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın “yüreğinde nefret besleyen gençler” çıkışına kadar herşey iktidarın karşı-devrimci radikalleşmesinin işaretleridir.

İkincisi, iktidarın aşınan meşruiyet sorununa da din üzerinden bir savunma kalkanı üretilmesi zorunda kalınmakta ve bu rolü Diyanet çevreleri üstlenmektedir. Örneğin, Erdoğan başta gelmek üzere iktidar sözcüleri Mayıs 2023 seçimlerinden önce, kamuya giriş sınavlarında adalet ve eşitliğin sağlanması için sözlü sınavların kaldırılacağını sözünü vermiş (veya muhafefetin elinden bu kozu almak üzere vermek zorunda kalmış) idiler. Bu söz yutulduğu gibi, yazılı sınavlarda bile olanca eşitsizlik ve hukuksuzluk süregelmektedir. Bu ve benzerlerine meşruiyet kılıfı için Diyanet hemen devreye girmektedir. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İdris Bozkurt torpille işe alımlar konusunu şöyle savunuyor: “Kişinin hak etmediği işe girmesi kul hakkıdır. Girdikten sonra emek verdi, onun karşılığında elde edeceği kazanç tamamen meşrudur, helaldir”.

Sonuç olarak

Toplumdaki/AKP siyasetindeki yozlaşmaya fetvalarıyla, açıklamalarıyla kol kanat geren düzen kurumu Diyanet oluyor. Çürümeye meşruiyet kazandırmaya gayret ediyor. Düzenin sürdürülmesinin savunucusu rolünü oynuyor. Diyanet de böylece kendi meşruiyetini aşındırma pahasına sömürü düzeninin aktif oyuncusuna dönüşüyor.

Bütün bunlar sermaye iktidarının yeni saldırı pozisyonlarının nerelere uzanabildiğini gösterdiği kadar aynı zamanda zafiyetlerini de göstermektedir. Bütün kazandığı mevzilere rağmen bir türlü rahatlayamayan, yerel seçimler öncesinde de tedirginliğini üzerinden atamayan bir iktidar türüyle karşı karşıyayız. Ama muhalif güçlere ve özellikle sosyalistlere rehavet yasak. Bu iktidarın yenilmesi için şimdiye kadar olduğundan çok daha büyük çaplı bir örgütlenme ve mücadele gerekecek.