Neredeyse iki yüzyıllık emek mücadelesinin öğrettiği bir şey olmalı: Sermayenin vicdanı yoktur, yalnızca çıkarları vardır.

Emekliler ve ekonomi

Emeklilerin ve emekli örgütlerinin tepkilerini TBMM’ye yöneltmeleri bugünkü Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nde (CYS) fazla bir anlam ifade etmiyor. Çünkü TBMM’nin Cumhurbaşkanının temsil ettiği yürütme organından bağımsız bir iradesi bulunmuyor. Kağıt üzerinde var gibi gözüküyor ama fiiliyatta bir hükmü olmuyor. 

Emekliler ve siyasi yönetim

Görünürde Bütçe Kanunu dışında kalan tüm yasa önerileri Meclis üyeleri tarafından bir “kanun teklifine” dönüştürerek sunuluyor. Aslında, işin tuhafı, “kanun teklifi” sunma özgürlüğü sadece muhalefet milletvekillerinde var; ama bu özgürlükleri, teklifi sunma aşamasında başlayıp bitiyor! Cumhurbaşkanlığı güdümündeki Meclis çoğunluğu tarafından muhalefetin teklifleri anında reddediliyor. Meclis çoğunluğunu oluşturan AKP-MHP’li üyelerin ise kanun teklifi sunma özgürlükleri bile fiilen yok. Onlar, Saray üzerinden gelen önceden pişirilmiş yasa tekliflerine imzalarını atmakla görevliler yalnızca. Cumhurbaşkanı’nın kararnamelerle de yasama sürecine müdahalesi mümkün elbette, ama orada tam uyulmasa da anayasal (m.104) kısıtlamalar var, yasa tekliflerinde ise elini bağlayan hiçbir düzenleme yok; sadece biraz daha fazla zaman alıyor.

Yasamanın yürütmeye tâbi olması gerçi CYS öncesine gidiyor; ama AKP döneminde pekiştiği gibi 2018 sonrasındaki CYS döneminde iyice kemikleşiyor. 2017 Anayasası ile değiştirilmeden önce bir bakanlar kurulu (hükümet) ve Meclis’e karşı da hesap verme yükümlülüğü olan seçilmiş (milletvekili) kökenli bakanlar bulunuyordu. Yasa tasarılarının tümü bu yürütme yapısı üzerinden hazırlanıp Meclis’e sunulurdu. Yani daha az ikiyüzlülük vardı. Üstelik tasarıların hazırlanmasında az çok yürütme-içi denetim düzeneği de çalışabiliyordu.

Elbette gerek parlamenter sistemdeki yasa tasarılarının gerekse CYS’deki yasa tekliflerinin, genelde sermayenin taleplerinden bağımsız olmadığını da bıkmadan vurgulamak gerekir. İllaki her tasarı/teklifte sermayenin doğrudan müdahale etmesini kastetmiyoruz. Sermaye iktidarının antenleri esasen sermayenin çıkarlarına odaklandığı için bu iş çoğunlukla kendiliğinden olur. Ancak sermayeyi doğrudan ilgilendiren kapsamlı vergi kanunları hazırlanması, sermaye lehine istisna ve muafiyetlerin değiştirilmesi, rekabet yasası, vs. gibi düzenlemelerde sermaye örgütlerinin onayı mutlaka alınır; bazen sermaye holdingleri veya büyük sermaye kuruluşları belirleyici olur bazen de sermaye temsilcilerinin katıldığı fiili komisyon toplantılarında ele alınır. 

Eğer bir IMF programı yürürlükteyse, buradan da onay alınması gerekir. Hatta bazen IMF programı sonrasında bile müdahaleler bitmeyebilir. Bir anımsatma yapalım: IMF resmi programı Mayıs 2008’de sonlanmasına rağmen, IMF’nin “görünmez” eli 2009 bütçesinde tarımsal destek ödemelerinde ve kimi ulaştırma yatırımlarında yüzde 10’luk bir kesintiyi bütçenin Meclis Genel Kurul görüşmeleri sırasında yaptırabilmişti! Altını çizmek gerek: Komisyonda değil de Meclis Genel Kurulu’nda yapılan bu müdahale, emsali görülmemiş bir kaba dayatma örneğiydi. Öte yandan, Genel Kurul’a inmiş bir bütçe üzerinde rakamsal oynamalar yapılmasının örneği pek yoktur. O kadar ki, o sırada Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım’dan, Meclis kürsüsünden “bu da nereden çıktı, biz planlanan yatırımlarımızı şimdi nasıl tamamlayacağız?” şeklinde çaresizlik serzenişleri duyulabilmişti. AKP’nin geldiği yer burasıdır.

Şimdilik kıssadan hisse: Emeklilerin ve sendikal/dernek türü emekli örgütlenmelerinin hedefinde öncelikle CYS ve bizzat Erdoğan olmalıdır. Buna rağmen Cumhurbaşkanına nihai belirleyici bir rol atfetmemek de gerekir. Daha ileriye bakılırsa, örtük bir IMF programı uygulayıcısı olarak ekonomi yönetimini ve bilhassa Mehmet Şimşek/Gaye Erkan takımını ve tabii iç ve dış sermaye (IMF) bağlantılarını da ihmal etmemek gerekir. 

Emekliler ve sermayenin çıkarları

Mevcut iktidarın emeklilere dönük bir yüzü olmadığı son 21 yılın icraatına bakarak kolayca anlaşılabilir. 2002’de emekli maaşları ortalama olarak asgari ücretin yaklaşık birbuçuk katı bugün yüzde 59 altında olmasının başka bir açıklaması olabilir mi? Ama değerlendirme burada durdurulursa eksik bırakılmış olur. 

Bir kere, emeklilerin hak kayıplarında 1998’den itibaren görülen yoğun IMF/DB baskılarının payı yüksektir. 2000 programıyla pekişmiştir. AKP/IMF ortaklığı döneminde, 2006 yılında çıkarılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile yeni hak kayıpları devreye sokulmuştur.

İkincisi, sermayenin emekli maaşlarına bile müdahil olduğunu fazla “klişe” bir iddia olarak görüp, sermayenin doğrudan birincil bölüşüm ilişkilerinin tarafı olmayan bir emekli kesiminin ücretleri konusunda niçin çok sınırlayıcı/baskıcı bir rolde olabileceğini anlamayanlar için bazı ek tahlillere ihtiyaç olabilir. 

Sermaye sınıfı, yalnızca birincil bölüşüm (emek-sermaye) ilişkilerini kontrolü altında tutmakla yetinemez. İkincil bölüşüm ilişkilerinin yani kamu ekonomisi alanında düzenlenen ve merkezi ve yerel yönetim bütçeleri yanında SGK, Genel Sağlık Sigortası (GSS), İşsizlik Sigortası Fonu (İSF), fonlar, döner sermayeler ve KİT’ler (yani tüm kamu kesimi) aracığıyla şekillenen yeniden bölüşüm ilişkilerinin de en önemli tarafını oluşturur. Buradaki rolü daha perde arkasındadır ama kesinlikle edilgen bir konumda değildir. Kamu kesimi eliyle kaynakların emek yönlü kullanımı, doğrudan emeğe dönük ve emeğin prim katkılarını taşıyan SGK ve İSF örneklerinde bile sermayenin rakip taleplerine çarpar. Bu nedenle, İSF kaynaklarının işsizden ziyade sermayenin kullanımına tahsis edilmesi şaşırtıcı değildir. Aynı şey, kısmen SGK kaynakları için de geçerli olur. Asgari ücretin üçte birinden az gelire sahip yoksul kesimlerin GSS prim katkılarının devlet tarafından karşılanması da -bütçeden aldığı pay büyüdükçe- sermayenin çıkar havzası dışında sayılamaz. Kuşkusuz bütün bunlarda belirli bir toplumdaki sınıflararası güç dengeleri, iktidarın otoriterlik derecesi, toplumların hak gasplarına karşı mücadele geleneği de rol oynar. Türkiye bu bakımdan Batı Avrupa ülkelerinin hayli gerisinde olduğu için, sermayenin daha kolay at oynattığı bir ülke manzarası çizer.
 
Kaynakların yeniden dağıtımında sermayenin rakip talepleri iki bakımdan devreye girer:

1) Sermayeye dönük kamu harcamalarına daha az kaynak ayrılmasını önlemek için; (bütçe, SGK, İSF imkânlarının emek ve emekli lehine zorlanmasına engel olmak için);

2) Kamu kesiminin emek ve emekliye dönük harcamalar üzerinden daha fazla açık vermesi söz konusu olacaksa bunun kendisini de etkileyecek yeni vergi artışlarına yol açmasına izin vermemek için. (Etkiler sadece sermaye üzerinde de kısmen vergi baskısı artışı olmasıyla sınırlı değildir; dolaylı ağırlıklı bir vergi sisteminde vergi artışlarının iç piyasada talebi köstekleyici rolü de hesaba katılır).

Sermayenin ideolojik konumlanması da emekli lehine düzenlemelere neden elinin pek gitmediğini açıklar. Sermaye açısından sömürülme değeri kalmamış yani artık-değer üretmeyen emeğe (yani emekliye) kaynak ayrılması bir toplumsal israftır. O nedenle de emekliliğe ulaşma imkânları daraltılmalı (emekli olma yaşı yükseltilmeli, prim ödeme gün sayısı arttırılmalı vb.), emekli olununca da yaşlılık aylığı bağlama oranları düşürülmeli, refah payı güncellemeleri tasfiye edilmelidir. Bu her zaman ve her yerde sermayenin programıdır, ama uygulanması toplumsal direnişin etkisine göre şekillenebilir. (Gerçi Fransa’da uzun süreli toplumsal/sendikal direniş bile, emeklilik yaşının 62’den 64’e yükselten reform tasarının yasalaşmasını önleyememiş, Meclis’i devre dışı bırakan bir Cumhurbaşkanı kararıyla Senato üzerinden amacına ulaşmıştır). Her durumda dış ve iç sermaye ile onların güdümündeki yerli siyasetçi ve bürokrat ortaklığı ön plandadır. Türkiye’de IMF ve DB’nin 1990’ların sonlarından itibaren içerdeki siyasetçi-bürokrat payandaları sayesinde bu alanda nasıl etkili olabildiklerini hatırlamak yeterli olabilir.

Sonuç

Emekçiler ve emekliler, hak ve çıkar mücadelesinde yola çıkmadan önce, sistemin sermayenin ve onun iktidarının sınıfsal baskısı altında olduğunu bilmeliler ve strateji ve hedeflerini buna göre saptamalıdırlar. Ne kadar büyük bir geçim sıkıntısı içinde olduklarını sabah akşam haykırarak bir sonuca ulaşamazlar. Sınıfsal iktidarı elinde tutanların vicdanlarına seslenerek bir çıkış yolu bulamazlar. Neredeyse iki yüzyıllık emek mücadelesinin öğrettiği bir şey olmalı: Sermayenin vicdanı yoktur, yalnızca çıkarları vardır. Keskin bir sınıf bilincine sahip olmadan ve yaygın bir örgütlenmeyi beceremeden hiçbir kazanım sağlanamaz.