Demek ki Türkiye’nin aydınlığa çıkabilmesi için Cumhuriyet düşmanı dinci kafalar ile emek düşmanı holdingci kafalardan aynı mücadele sürecinde kurtulunması şarttır.

Asgari ücret, emek mücadelesi, bütçe bağlantıları

Bugünlerin öne çıkan başlıkları asgari ücret konusu ile bütçenin TBMM Genel Kurulu’nda dün itibariyle görüşülmeye başlanması. Bunların arasında doğrudan-dolaylı bağlantılar var. 

Elbette asgari ücret düzeyi ile ülkedeki ortalama ücret düzeyinin birbirine yakınsaması da genel ücret rejiminin asgari ücret dışarda bırakılarak tartışılamayacağını gösterir. Bu durumda, devletin asgari ücret düzeyine müdahil bir organ olmasının anlamı da başkalaşır. Devlet, bütçesi ile yani kamu gelir ve giderlerinin miktar ve dağılımı bakımından esas olarak ikincil bölüşüm ilişkilerini etkilemekle kalmaz, birincil bölüşüm ilişkilerinin de doğrudan müdahil gücüne dönüşür. Esasen iş kanunu gibi çalışma ilişkilerini ilgilendiren mevzuatın düzenleyicisi ve uygulayıcısı olarak devlet yürütme-yasama ve yargı organlarıyla birincil bölüşüm ilişkilerinin “görünmez” aktörü olarak her daim işin içindedir. Yürütme, AKP Türkiye’sinde “grev yasaklayıcı” konumuyla doğrudan müdahil güç olarak da her zaman devrededir.

Asgari ücret tartışmaları genellikle “hangi düzeyde anlaşılacağı” gibi gayet sığ bir temelde sürdürülmekte. Elbette bunun dışına da çıkılıyor, ama çıkabilenler daha ziyade sol eleştirel bakışa sahip olanlar oluyor; biz de 10 Aralık tarihli Birgün Pazar’da bunu yapmaya çalıştık. Şimdi başka yönlerine ve bağlantılarına da değinmeye çalışalım.

Ücret düzeyleri ve bütçe

Kamuda asgari ücret düzeyinde çalışan pek olmadığı için asgari ücretin kamuyu çok ilgilendirmediği sanılır. Kamu çalışanlarının, memur, sözleşmeli veya işçi statüsünde olsun, asgari ücret düzeyinin üzerinde maaş aldıkları doğrudur. Ancak asgari ücret birçok kamu hizmetinin eşiğini belirlemesi bakımından kamu kesimini ve merkezi yönetim bütçesini yakından ilgilendirir. Örneğin devletin düşük gelirli yurttaşların genel sağlık sigortasını ödemeyi üstlenmesi için, hanedeki kişi başı gelir brüt asgari ücretin üçte birinden daha düşük olması gerekir. Buna benzer birçok düzenlemede asgari ücret referans olarak alınır. Dolayısıyla, asgari ücretin yükselmesi devletin çeşitli harcama düzeylerini etkiler.

Birincil bölüşüm ilişkileri -hadi basitleyelim emek/sermaye ilişkileri- sonucunda belirlenen (brüt) ücretler, emeğin eline geçen ücreti oluşturmaz. Bundan vergiler ve sigorta primleri düşülmelidir. (Ücretliler de beyannameli vergi yükümlüsü olsalardı, bunu daha iyi hissederlerdi). Asgari ücretin giderek ağırlıklı ücret biçimi haline gelmesi dolayısıyla, devlet ve işverenin (ve iktidar yanlısı işçi konfederasyonun) tepeden belirledikleri bir ücret kategorisi sistemin belirleyici öğesine dönüşür. Memurlar da esasen iktidar yanlısı bir konfederasyona mecbur bırakıldıkları ve gerçek bir TİS düzenine izin verilmediği için orada da sermaye devletinin başrolde olduğu bir süreç çalışır. Sonuçta, despotik bir rejimin ücret rejimi de aynadaki yansıması gibi şekillenir.

Şimdi bu baskılanmış birincil bölüşüm ilişkileri sisteminden bir adım öteye geçelim. Devlet, kamu harcamaları, kamu gelirleri, kamu borçlanması ve para politikası uygulamaları üzerinden birincil düzeydeki bölüşüm sonuçlarına müdahale imkânı bulur. Birincil düzeyde belirlenmiş (ücret, kâr gibi) gelirlere (veya faiz, rant gibi bir TİS ile belirlenmemiş gelir düzeylerine) belirli sınıflar lehine ve aleyhine düzeltici veya bozucu yönde müdahale edebilir.

Asgari ücreti belirlediğimiz aşamadan devam edelim örneğin. Kamu hizmetleri ve vergilerin dağılımı meselesi hesaba katılmadan nihai sonuca varılamayacağı görülür. Ücretlilerin Gelir Vergisi’nin yüzde 84’ünü ödüyor olmaları devasa bir eşitsizlik halidir. Ücreti dolaysız vergiden (Gelir Vergisinden) arındırarak net olarak ele aldığınızda bile, her harcama adımında sizi dolaylı vergiler bekliyor olacaktır. Peki dolaylı vergilerin düşük ve sabit gelirlilerin aleyhine çalıştığı binlerce kez kanıtlanmamış mıdır? Demek ki vergileme aşamasında ücretler ve asgari ücret daha fazla kemirilmektedir. 

Peki ama hiç olmazsa harcamalar aşamasında “kerim devlet” vicdanlı elini uzatabilmekte midir? Burada sosyal devlet uygulamaları ile eğitim ve sağlık gibi toplumsal hizmetlere ayrılan bütçelere bakmak gerekir. AKP devleti, çok parçalı bir sosyal yardım uygulamasıyla pireyi deve yapma becerisini gösterebilmektedir. Oysa OECD’nin en düşük sosyal yardım harcamalarına sahip devletleri arasında dibe doğru yarışmaktadır. Eğitim ve sağlık hizmetlerine yeterli ödenek ayırmaması, bu alanlarda piyasalaştırmayı sürekli teşvik etmesi bakımından, ücretlilerin (ve asgari ücretlilerin) bütçesinde sürekli olarak yeni gedikler açılmasına veya bu hizmetlere ulaşılamamasına neden olmaktadır. Kaç asgari ücretli çocuklarının 8 yıllık ilköğretim sonrasında da eğitimlerini sürdürebilmesini sağlayabilir? Meslek liselerinde üç gün işçi iki gün okullu olmalarına alternatif hazırlayabilir? İmam hatipler tarikat yurtları dışında bir gelecek planlayabilir?

Demek ki, ücret/asgari ücret düzeylerini sadece gıda sepetleri, altın ve döviz fiyatlarıyla karşılaştırmakla bir yere varılamaz. Asgari ücretin yoksullaştırıcı düzeyi, elbette yüksek çift haneli enflasyonun aşındırıcı etkisinden de bağımsız ele alınamaz. Öyle ki bu enflasyonist eğilime, Eylül 2021 sonrasını bir kenara bıraksak bile, Haziran 2023-Haziran 2024 arasında yani Şimşek-Erkan ikilisinin örtük IMF programı uygulamasında, ücretleri aşındırıcı bir törpü işlevi gördürülmesi de apaçık ortadaysa. 

Emek mücadelesi ve bütçeler

Türkiye’de bütçe harcamalarına oranla personel ödeneklerinin payı yüzde 25’i pek aşmaz. Bu, kamu personelinin ücret düzeylerinin düşüklüğünün de dolaylı bir göstergesidir. (Elbette başta eğitim olmak üzere kimi hizmet alanlarında kamu personeli sayısının düşüklüğünü de içerir). Türkiye’de son yıllarda ve 2024 bütçesi öngörüsü itibariyle durum şöyle:

Olaya tarihsel olarak da bakılabilir. 1975-2000 dönemi konsolide bütçeleri açısından bakıldığında, iki dönem hariç bu tablonun hep tekrarlandığı görülür. Personel sayısının artması bile tabloyu değiştirmemektedir. Ama hariç tuttuğumuz o iki dönemde, 1975-80 döneminde yüzde 35,4’ü, 1989-93’te ise yüzde 37,5’i görebilmiştir. Peki ama neden? Her iki dönemde de emek mücadelesinin yükselmekte ve toplu iş sözleşmelerinden ülke genelinde başarılı sonuçlar alınmaktadır. Bunlar bir biçimde kamu personelinin maaşlarına da yansır. Elbette ilk eldeki ve daha geniş çaptaki yansımaları, ekonominin bütününde reel ücret düzeylerinin yükselmesi, milli gelirde ücret payının yukarı gitmesi biçiminde görülür. 

Bu konuda şimdilik daha fazla ayrıntıya girecek yerimiz kalmadı. Ama şunun altını çizelim: Sermaye ile dinci siyaset ittifakı, dozu giderek arttırılan devlet şiddetini de yedeğine alarak, gerek özelde gerekse kamuda bir daha emek mücadelesinin doruğa çıktığı buna benzer “kabus tablolarının” tekrarlanmaması için var gücüyle çalışmaktadır. Asgari ücret pazarlıklarını bir de bu gözle görmeye çalışalım. Hatta bir asgari ücretliler toplumu yaratılmasını da bu açıdan değerlendirelim.

Sonuç ve bir-iki hatırlatma

Anlı şanlı holding patronumuz Rahmi Koç’un ‘5,5 milyon kamu personeli yerine 2 milyonla aynı iş görülür’ yaklaşımına holdingci olmayan bir bakışla nasıl ayrıntılı bir yanıt verileceği meselesini başka bir yazıya bırakalım. Burada sadece bir-iki hatırlatma yapalım. Pek AB’ci görünen bu zevata hatırlatılır ki, AB ülkelerinde personel giderlerinin toplam bütçe harcamaları içindeki payı yüzde 40’ların üzerindedir. Örneğin bu oran 2020’lerde Fransa’da yüzde 45,5’tir. Bunun yüzde 52’sinin eğitim personeline gidiyor olması da şaşırtıcı değildir. Çünkü devlet bütçesiyle esas olarak hizmet üretilir, hizmet de insanla üretilir, burada da eğitim hizmetleri açık ara önde gelir. Koç’un kamu kesimini 2 milyon çalışanla yönetebileceğini söylediği Türkiye’de bile sadece MEB istihdamı 1 milyon 371 bini bulmaktadır ve buna üniversitelerde istihdam edilen memur ve akademik personel vs. toplamı olan 482 bin kişi daha eklendiğinde 1 milyon 853 bine ulaşılır! Sağlık personeli de, tüm yetersizliğine rağmen, 800 bin kişiyi aşmaktadır. (2024 Yılı Bütçe Gerekçesi, s.382). Hadi gel de yönet bakalım! Elbette devleti eğitimden ve sağlıktan çekersen neden olmasın!

Bu arada gelişmiş kapitalist bir ülke olan Fransa’da kamu çalışanlarının sayısı, yerel yönetimler dahil 5 milyon 660 bin kişidir. Türkiye’de ise daha geniş nüfusuna rağmen, yerel yönetimler ve KİT ve BİT’ler dahil 5 milyon 98 bin kişidir. 

Demek ki Türkiye’nin aydınlığa çıkabilmesi için Cumhuriyet düşmanı dinci kafalar ile emek düşmanı holdingci kafalardan aynı mücadele sürecinde kurtulunması şarttır.