Büyüdü çocuk. Saçındaki çer çöp, bakışlarındaki ürkeklik gitti. Gözlerine ışık, yanaklarına can geldi. Yabanlığı azaldı, başını kaldırdı, yüzüme bakabildi. Ve saçlarını yana taradı.

Utanç

- O güzel çocuğa, koruyamadıklarımıza ve kaçıp durduğumuz devrime…

Her şey bir yana… Sermayenin de buna kanan toplumun da canı cehenneme…

*

Mesela keskin uçurumlar hatırlıyorum. Ve bulutlar… Karadeniz. Ormanlar ve birbirine uzak evler. Kimsenin kimseden haberinin olmadığı, sermayenin de geleceğin de henüz uğramadığı; geçmişte öylece takılı kalmış kaya dipleri, ağaç gölgelikleri ve uçsuz bucaksız yalnızlıklar hatırlıyorum. Kuşların alabildiğine uçabildiği, tilkilerin henüz yolunu şaşırmadığı ama insanların da insan olmayı öğrenemedikleri (ya da insan kaldıkları) köyler, evler, yollar… İşte onları hatırlıyorum; zaman zaman…

İşte o günlerden birinde bir çocuk getirmişlerdi bana…

*

Psikiyatri ve siyaset iki şey öğretti bana: Uyum da değişim de kaçınılmazdır! İlki kendiliğinden olur; daha doğrusu öyleymiş gibi görünür. Ama bedelleri vardır; farkedilen ve farkedilmeyen. İkincisi ise zordur! Emek ister, akıl ister, bilgi ister, sabır ister, zaman ister, deneyim, gelenek ister… Meşakkatlidir.

Ama ikisi de er geç çalar kapınızı. Kaçış yoktur.

Madde hareket ettiği için; toplum durmadan devindiği için…

İnsan… sürekli, daha insan olmayı aradığı için… Kaçış yoktur.

Tarih, ne de olsa, daha fazla insan olmanın (ve belki de olamamanın) tarihi.

Değişim de uyum da çalar kapınızı. Bedelleri, vaatleri, umutları ve yıkımıyla…

*

Bir çocuk getirmişlerdi, hastaneye. Samanlıktan çıkıp gelmiş gibiydi. Yüzü gözü çer çöp içinde; bakışları içe dönük, donuk ve ürkek. Sarışın? Belki de çopur. Ama yaban!

Kelime haznesi sanki hiç oluşmamış: 5-10 kelime ha var ha yok! Her soruyu, her durumu o kelimelerle, o “kelimemsi” kelimelerle konuşuyoruz; konuşmaya çalışıyoruz: “Ha, yoğ, var” gibi. Hepsi bu.

Kötü şeyler geçmişti başlarından; ailesinin, kendisinin…

Kime göre kötü? Ona göre mi? Öyle miydi? O uçurumlar kenarında, yüksek ağaçlar arasında, uzak tek başınalıklar içinde ömrü geçip giden O çocuk için mi? Yoksa devletli, kurumlu, maaşlı ve çok kalabalıklı bizlere göre mi? Onu oradan, evet, işlerin çok karıştığı o dağ başından alıp getirmişti devlet… Hani şimdi sermayenin kurtulmak için can attığı, çeşitli dalavereler çevirdiği, kırk taklalar attığı “büyük” organizasyon.

Evet, devlet, karman çorman aile ilişkilerinin içinden çıkarıp getirmişti o çocuğu. Ve koruma altına almıştı. Bizi, bizlerden koruyamayan, koruma derdi belki olan ama sonuçta korumakta da çok zorluk çeken devlet…

Gelip karşıma oturtmuştu çocuğu…

*

Hep merak etmişimdir; bazı şeyler ne zaman yasak oldu insana? Ya da insan, sosyal hayvan olarak bazı şeyleri, ne zaman ve neden yasakladı kendine?

Freud’un erken dönem yazıp çizdikleri hep bunun etrafındadır: Mesela ensest yasağının… İnsanın insan olma serüveninde hayati yerini kavradığı, keşfettiği için çok merkezi bir yeri olmuştur kuramında. Antik öykülerden çıkarıp getirmiştir geri, Odip’in o şiş ayaklarını ve babasının katili, annesinin kocası olmasını. Kendi içinde küçük ama insanın insan olma tarihinde büyük bir hikâye, büyük bir soyutlama.

İnsan, ancak kendine bazı sınırlar çekerek insan olmuş. Gerisi hikâye!

Diğer canlılardan büyük bir fark bu. Biyolojinin sosyalliğe dönüşmesi, yeni bir anlam bulması.   

Bize, Homo Sapiens’e yakın primatlarda da sınırlar var ama bu kadar net değil. Ancak o sınırı aşınca insana yürümüşüz. Çok eskiden. Çok…

Ama biyoloji kalmış işte bir yerlerde.

Bastırılamayan, geri dönmez; zaten oradadır!

*

Devlet de toplum da aile de büyük bir uyum… Aynı zamanda büyük bir sıçrama.

Ama ne zaman?

Geçmişte…

Şimdi tedavülden kalkmak üzereler. Hepsi… Sancısı içinde sancı yaşıyoruz. Sancı da toplumun büyük çoğunluğu için değil. Bir avuç para için… O bir avuç para için, yarab, ne endeksler iniyor çıkıyor; düşünsenize, ne kurlar kur yapıyor birbirine!

Gördük… Geçtiğimiz hafta.

O bir avuç para için okullarımız okul olmaktan, evlerimiz ev olmaktan, ailelerimiz aile olmaktan, hastanelerimiz hastane olmaktan, hayatlarımız hayat olmaktan çıktı! Çıkıyor…

Ama geri dönüş yok! Uyumun bir önceki basamağına dönmek mümkün değil! Bitti o uyum! Geriye dönüş hiç mümkün olmadı zaten!

Şimdi başka bir şey lazım bize. Yeni… Kendini her gün yeniden ve yeniden dayatan, hissettiren bir şey. Etrafından dolanılamayacak, ertelenemeyecek bir şey. Yeni bir sıçrama lazım bize. Mesela dağ başlarına bile, dağ başı olmaktan çıkarmak için değil; kurdu, kuşu ve de insanı yaşatmak için giren, girecek yeni bir sıçrama lazım. İnsanın insanı tek başına bırakmadığı ama uçurumlarda bulutları beklemeye de olanak tanıdığı yeni bir şey. Büyük bir bütünün içinde bir damla, ama daha insan bir damla olmaya imkân tanıyan yeni bir şey…

Öyle eğilip bükülmeyecek bir şey.

Kandırmayan, aldatmayan, oyalamayan…

*

Aradan aylar geçti. Çocuk her ay geldi; her ay getirdiler çocuğu. Getirdiler ve karşıma oturttular…

Konuştuk. Yeniden ve yeniden. Kelimemsi kelimelere, “ha, yoğ, hı”ya yeni kelimeler eklendi. “Sağol, tamam, olur” gibi…

Büyüdü çocuk. Saçındaki çer çöp, bakışlarındaki ürkeklik gitti. Gözlerine ışık, yanaklarına can geldi. Yabanlığı azaldı, başını kaldırdı, yüzüme bakabildi. Ve saçlarını yana taradı. Yakışıklı, genç bir delikanlıydı…

İçinde ıssız yarların sancısını taşıyan…

Bana ise tüm insanlık tarihinin ve şu koca ülkenin utancı kaldı.

*

Ne demiştim…

Her şey bir yana… Sermayenin de buna kanan toplumun da canı cehenneme…

Yeter!

Geleceğe, bugünden büyük bir sıçrama hediye edelim.

Koruyamadığımız tüm o çocuklar ve kendimiz için.

Yoksa, geriye hep utanç kalacak. Hep…