Toplumun her kesimine sızan, herkese sinen bir çürüme bu. Şu “hepimiz çalıyoruz, ne olmuş yani” diyen pazarcı gibi: Neredeyse herkes çalıyor; kendi zamanından, kendi isyanından, kendi aklından…

Dana dili, aile dizimi ve her tür dumurun sınır çizgisi

1901 yazında Lenin “ne yapmalı” sorusuna yanıt ararken Rasputin kendini aziz ilan ettirmekle meşguldü. Toplumun büyük ve ertelenmiş meselelerle uğraştığı bir dönemde aynı toprağın tarihe iki farklı yanıtıydılar. Bir yanda toplumsal kurtuluşu mumla arayanlar vardı, bir yanda da belki hemen aynı sokakta ya da belki de alt katta, mistikler, mesihler, meczupluğundan makam, mevki, servet devşirmeye çalışanlar... Kurtuluş ve çürüme dip dibeydi.

Benzerini hayatının son dönemlerinde Engels de yaşamıştı. Doğanın Diyalektiği için notlar aldığı dönemde, Londra’da, yüzlerce “gaipten haber alma” derneği vardı. Lordlar, beyler ve ayak takımından herkes hayaletler, cinler ve perilerle uğraşıyordu. Boşuna değildi bu dernekler: öbür dünyadan haber getirmenin bu dünyada büyük karşılığı vardı. Halk meydanlarda uydurma hayalet resimleri dolaştıranlara kucak açıyordu, saray ve borsa ise gelecekten haber getiren medyumlara.

Paris Komünü sonrasındaki dönem sermayenin parlak yıllarıydı: Avrupa’da büyük bir zenginlik ortaya çıkmıştı: Dünyanın cangıllarından ve tabii ki Hindistan’dan getirilen köle işçiler Londra’nın altında çeşit çeşit metro hattı kazıyordu mesela. Her gün yüzlerce ama yüzlerce ölerek... Tam da aynı dönemde Paris’ten Viyana’ya büyük bir histeri salgını yaşanıyordu: kafeler, operalar, göz kamaştırıcı bir zenginlik ve ayılıp bayılan, tutulan, transa geçen insanlarla dolup taşıyordu. Bacaları beş yaşındaki çocukların temizlediği dönemdi dönem! Avrupa’da zenginliğin, şatafatın, büyük düşüncelerin, görkemli eserlerin ve de çürümenin günleri yaşanıyordu. Ve tabii ki her yerden sahte peygamberler, mesihler, azizler, alimler ve şarlatanlar çıkıyordu.

Öyle bir dönemdi çünkü sermaye sınıfı tüm toplumu akıl almaz bir hızla peşinden sürüklüyordu: daha fazlasına, daha fazlasına, daha fazlasına... Tam da bu dönemde bilimin atılım yapmasına şaşmamak gerekiyor mesela: fizik, biyoloji, kimya, davranış bilimleri, tıp... büyük bir patlama yaşanıyordu. Sermaye, dünyayı alabildiğine değiştiriyordu ve değiştirirken de emekçi yığınların hayatlarını mezarlıklar ve yeni olanaklar arasına sıkıştırıyordu. İsimsizler mezarlığının önünden buharlı ilk trenler geçiyordu ki mezarlıkta yeri olanlar yine de şanslı olanlardı!

Sıkışıklık korkuya, endişeye ve tabii ki arayışa yol açar. Ne aradığını bilmeyen ise korkusu için eninde sonunda tapınacak bir dal bulur. Avrupa’da işler baş döndürücü bir hızla karışırken yığınlar da hayatlarını saran çeşitli dertlerin, tasaların ortasında kaygılar, korkularla boğuşuyordu. İşte Rasputin’i, hipnozu, histeriyi, Engels’in inceden dalga geçtiği hayalet gösterme seanslarını popüler kılan bu sıkışıklıktı. Dönem tam da meczupların ve türevlerinin dönemiydi.

Avrupa semiriyordu ama sermayenin iki meselesi vardı ki toplumları gelişme kadar kafa karışıklığına, ilkel duygulara ve hızlı yatıştırılma arayışlarına yönlendiriyordu. Birincisi, sermayenin yayılma arayışı, ikincisi de sermayenin üretimden değil de paradan para kazanma eğilimi. Mali sermaye büyüdükçe sanayi sermayesi de büyüyordu; sanayi sermayesi büyüdükçe de spekülatif sermayeyi büyütüyordu. Hatta Almanya örneğinde mesela, hepsi iç içeydi. Gelişim baş döndürücüydü ama tek tek sermayedarlar fabrikayı değil kumarhaneyi, bilimi değil şovu, aklı değil transı ve hazzı seviyordu. İşte bu toplam, tüm toplumu da peşinden sürüklüyordu.

Ve dünya da çürüyordu! Topyekûn… Tam olarak da 1910’lar gibi…

Tüm o göz kamaştırıcı bilimsel gelişmelerin, büyük mimari eserlerin, büyüleyici müziklerin ve özgürleşen bedenlerin ortasında dünya çürüyordu… Sermaye sayesinde! O çürümenin içinden milliyetçilik, savaş, yıkım ve… devrim de çıktı. Kardeşler birbirini boğazladı, milyonlar yerinden oldu, çelik ve demir gülleleri altında kemikler, etler havada uçuştu ve hepsini o meczuplar kutsadı! Biçare…

Biçare çünkü yıkım, azizleri de mezarlarına sürükledi.

Rasputin... Çevirdiği ve üstünde yükseldiği tüm dalaverelerle boğuldu! Londra’da ruh arama derneklerine kimse uğramaz oldu. Viyana’nın bohem kafelerinde dolaşan histeri kayboldu. İnsanlığın aklını toplaması için on yıllar gerekecekti… Ama bu sefer de o araya sosyalizmin defterinin dürülmesi aciliyeti girecekti!

Dönem öyle bir dönemdi.

Şimdi, yüzyıl sonra çürümeyi yeniden yaşıyoruz. Meczuplar her yerde cirit atıyor: sosyal medyada, kadınlar matinesinde, dizilerde, yollarda, sınavlarda, saraylarda ve de gökdelenlerde… Çakarlı arabalarla dolaşıyor Rasputinler! Uçaklardan onlar iniyor kırmızı halılarla! Gariban ülkeleri değil, Avrupa’yı yönetiyor modern medyumlar. “Bu kış sert geçecek, az yıkanın” diyorlar! Dönem, bir kez daha onların dönemi. Sosyalizm gitti ve sermayenin hepimize bahşettiği sanal gerçeklik çölünde her yeni gün koşa koşa yaşar gibi yapıyoruz. Kaygı, endişe ve dumurla.

Uzatmalı ya da sürekli ertelenen bir dünya savaşının içinde gibiyiz. Savaşın bizi de gelip bulacağından eminiz ama gelmesinin mümkün olduğu kadar uzaması için Twitter’a çaput parçaları bağlıyoruz mesela. Dana dilini görüyor ve avuntu arıyoruz. Mehdiyi görüyor ve “Yok daha neler!” diyoruz. Dünyayı değiştirmesi gereken siyasetten bizi eğlendirmesini, haydi o da olmadı layklayabileceğimiz paylaşımlar yapmasını bekliyoruz!

Tüm bunların arasında ise çarklar çatır çatır dönüyor. Çatır çatır… Tekinsizliklerin önü alınamıyor. Biri bitiyor, diğeri başlıyor.

Pandemi yaşıyoruz mesela, yüzyıl sonra yeniden… Sahte peygamberler, yolunu bulan meczuplar, gaipten fısıldayan ucubeler yeniden çıkıyor ortalığa. Dünya düzdür diyenler, aşının içinde çip arayanlar, sahte umutlar dağıtanlar… Sokaktan saraylara kadar hepsine yollar var: Onlar da görüyorlar ve iştahla atılıyorlar.

Akıl almaz işler oluyor tüm bu dumurun ortasında: eller nükleer bombaların kırmızı düğmesinde uçaklarla aşındırma denemeleri yapılıyor mesela! Meczupluk merdivene dana dili bırakıyor! Semboller gerçekliği örtüyor! Yüzbinlerce kadın dizilere hapsoluyor; herkes içindeki yavan sıkıntının kaynağını ailelerinde aramaya başlıyor. Çölde susuz kalmış bir akış gibi…O sırada milyonlarca aklı esir eden bir sınavın soruları saçılıyor havaya. Biraz ulu orta! Biraz fazla aleni! İnsan “bu ne rahat hırsızlık arkadaş!” demekten kendini alamıyor.

Ama o sırada çoğunluk tam da Rasputin’i aziz ilan etme yolunda gidiyor. Herkes saçma sapan işlerle uğraşıyor. Bilime işaret eden bile bilimi sihirli bir güce dönüştürdüğünü fark etmiyor.

Toplumun her kesimine sızan, herkese sinen bir çürüme bu. Şu “hepimiz çalıyoruz, ne olmuş yani” diyen pazarcı gibi: Neredeyse herkes çalıyor; kendi zamanından, kendi hayatından, kendi isyanından, kendi aklından, kendi haklılığından, kendi arayışından…

Ve tüm bunların ortasında Rasputin bir kez daha halkın zihnine de borsaya da saraylara da yerleşiyor. Mucizeler göstererek…

Lenin ise…

Bir kez daha… Tüm insanlığı mucizelerden özgürleştirecek bir geleceğin kapısını çalıyor.

Bir kez daha!

Kapınızı… Çalıyor!