Dozajı giderek artan gündelik öfkeden, şiddetten bahsediyorum. Sanırım hemen hepimiz gündelik hayatımızda bunun çeşitli yansımalarını deneyimliyoruz.

Daha narsistik, daha anti-sosyal...

Artan kavga dövüşlerin, ölümlerin, bir biçimde uzaktan da olsa tanınan ama anlam verilmekte de zorlanılan öfke patlamalarının altında ne yatıyor olabilir? Münferit olaylar mı bunlar? Ya da bu aralar çeşitli cinnetler ardı ardına denk mi geliyor? Hepsi bu mu? Yani bir tür tesadüf mü tüm bu öldürmeler, tuhaf kavgalar, akıl almaz “üçüncü sayfa” olayları?

Ya da belki de sosyal medya kaynaklı bir yanlılık yaşıyoruzdur: ne de olsa video çekmek, paylaşmak kolaylaştı. Hemen her gün hepimizde infial yaratan bir video dolaşıma giriyor ve biz de dört bir yanımızda acayip olaylar yaşandığını düşünüyoruz.

Ama sanırım hepimiz farkındayız. Tüm bu olaylar hepimize çok da uzak değil. Sıradan insanların “sıradan” olayları artık bunlar. Hatta her gün yeni bir dumurluk olayın olmaması şaşırtıcı!

Şaşırtıcı çünkü dumur edici şiddet günlerinden, hislerinden geçiyoruz. “Sıradan” insanların sıra dışı hallerine tanıklık ediyoruz. “Böyle bir şey nasıl olabilir?” diye dertlenip kaygılanıyoruz. Ve hatta çember giderek daralıyormuş da sıra bize, bizlere, sevdiklerimize geliyormuş gibi hissediyoruz.

Sanırım bir çoğumuz denk gelmişizdir ve belki de çoktan yaşamışızdır: Dozajı giderek artan gündelik öfkeden, şiddetten bahsediyorum. Sanırım hemen hepimiz gündelik hayatımızda bunun çeşitli yansımalarını deneyimliyoruz. Karşısındakine kolayca yönelen, karşısındakini hızlı biçimde “haksız gören” ve kişiyi de kısa sürede tutuşturuveren, saran bir öfke... Trafikte, hastanede, yolculukta, okulda, sırada, işyerinde, yolda, metroda... Hemen her yerde küçük, minik yansımalarını gördüğümüz bir öfkeden bahsediyorum.

Nereden geliyor bu “ayarsız” öfke?

Karşıdakini öldürebilen, ancak karşıdakini yok edince dinebilecek gibi duran yıkıcı bir öfke hali... Bir tür “anti-sosyal davranış” salgını içinde gibiyiz. Bazen bizlerin de kapılıp gidebildiği... Ama yine de sanki uzaktan izlediğimiz... İzlediğimiz ama dumur olduğumuz.

Nereden geliyor bu şiddet patlaması? Bireysel dertler mi bunlar? Bir nevi talihsizlik mi? Sadece bazı “uzak” kişilerin mi başına geliyor? Bizlerle alakası olmayan, zaten bu tür olayları hakettiğini düşündüğümüz kişilerin...

Pek öyle değil. Görünen öncelikle öfke ve şiddet... Ama sanırım daha derinde herkes kendini bir tür “tehdit” altında hissediyor. Potansiyel olarak herkes itilip kakılıyor, herkes da itip kakıyor. Tamam, bir grup, küçük bir grup her şeyi kendine hak görürken ve zaten sürekli bu itme, vurma, gaspetme hali içindeyken tüm toplum ise haksızlığa uğrama hissi ile boğuşuyor. Haksızlık, sayılmama, hiç olma, hiç yerine konulma! Her yerde bu hisler dolanıyor.

Bu halin en ufak karşılaşmada düşünceye yansıması ise “Bunu bana yapmaya nasıl kalkışır!” oluyor. Yani hiç olmanın karşısına her şey olma ile çıkılıyor.

Yapılan ise çeşit çeşit haller olabiliyor: trafikte sollanmak, şeridi boşaltmamak, sırada yavaş ilerlemek, önünde durmak ya da sadece durmak. Ve hatta sadece bakmak! Ya da istenen şarkıyı bilmemek! Evet, tüm bu “sıradan” haller şiddetli bir karşı karşıya gelişin, öfkenin mekanı haline dönüşebiliyor. Birden!

Sonrası ise malum...

Kişi kendini tehdit altında görüyor. Kolayca... Hemen sonrasında ise “Sen kimsin!” geliyor. Kocaman ve bomboş bir soru! “Sen kimsin de bana böyle yapmaya kalkışabilirsin!” diye de kelimelere dökebiliriz bu aşamayı. Muhtemelen bu noktada artık eylemin şiddete dönmesine sadece ramak kalmış oluyor. Yani kişinin engellendiğini ya da bir biçimde hakkının yendiğini düşünmesi, harekete geçmesi için yeterli oluyor. Anında...

Yeterli oluyor çünkü insanlar işledikleri ya da işleyecekleri fiillerin sonucunu işleyemez duruma geliyorlar. Hızlıca ve o kısa süre içinde... Öyle bir “sıkışmışlık” hali yaşanıyor ki tüm toplumda her bireyin zihni artık kıyametten az öncesini yaşar gibi yaşıyor. Bir tür “tahammülsüzlük, katlanamama, esnek olamama” hali de denebilir buna. Herkes kendini bir sıkılmışlık ve haksızlık içinde görüyor, yaşıyor.

Peki nereden geliyor bu “sıkışık, haksızlığa uğrayan ben”? Günümüzün sıkışık, tahammülsüz ve öfkeli bireyi, kişileri nereden geliyor?

Her şeyi kendine “hak gören” birey ile bir sürekliliği var bu “tahammülü kalmamış, patlamaya hazır, katlanamayan öfkeli” bireyin. İlkine bir isim verilmiş zaten: Anti-sosyal. Ama anti-sosyallik yayılıyor.

Hepimizi dumura uğratan cinayetler, olaylar “her şeyi kendine hak gören” bir kaç kişiye ait olaylarmış gibi görülse de aslında hepimiz belanın sınırında, kıyısında dolaşıyoruz. Belayı arayıp bulmamış olmamız sanki tesadüflere kalıyor. Ya da belanın gelip bizleri bulması da an meselesi oluyor.

Bireysel bir durum değil bu. Yani artan şiddet, bir kaç “sorunlu” kişinin işi değil. Toplum çözülüyor ve çözüldükçe de çeşitli belirtiler veriyor. Türkiye gece, gündüz semptom üretiyor. Her gün... Bireysel bir durum değil derken burayı işaret ediyorum. Türkiye insanlarını sıkıştırıyor, eziyor ve kışkırtıyor.

Çünkü Türkiye'de (ve tabii ki tüm dünyada) kapitalizm çok daha kuralsız bir dönem yaşıyor. Sınır yok: doğaya, insana, topluma karşı sınır yok. Ülkelerin birbirine sınırı yok! Sermaye hep daha fazlasını istiyor ve daha fazlasının istenmesini de propaganda ediyor.

Bunun iç dünyalarımıza yansıması ise iki türlü oluyor: Bir yandan hepimiz kendimizi tehdit altında ve değersiz/kıymetsiz hissediyoruz. Diğer yandan da bizler de artık sınır tanımıyoruz. Kurumlar, değerler, insani olan çöküyor. Düzen hepimize daha fazla narsisistik incinme yaşatırken davranışlarımız da daha anti-sosyal hale geliyor.

Hem değersiz hissediyoruz hem de varoluşumuza yönelen tehditlerle boğuşuyoruz: “Aç mı kalacağım? İstediğim telefonu alamam mı? İşimden olur muyum? İş bulabilir miyim? Beni sevmez mi? Kimse bana bakmaz mı? Kırışıklarım belli mi oluyor? Ev mi almışlar? Kira ne olacak? Bana yamuk mu yapıyor? Punduna getirebilir miyim? Neden böyle gülüyor?” gibi gibi... Birbiriyle bağlantısı kurulamayacak milyonlarca küçük vukuat yaşanıyor. Ve hepsinin ortasında değersizlik, bir türlü rahatlayamama, sıkışma duruyor.

Karşılığı ise “ben, ben, ben” diye ortalıkta gezinmek oluyor. “Ben” bu kadar silinince, kıymetsizleşince bireyler de “ben”i koca bir fosforlu kalemle yuvarlak içine alıyor: “Ben karşısında sen kimsin ki!”

Sonra da en küçük olayda sınırlar aşılıyor: kavga, dövüş, tehdit ve hatta ölüm ortaya çıkıyor. Beşikten mezara... Toplumsal olan yıkılıyor. Bir şarkıda, bir yol vermemede, bir bakışta anti-sosyallik, sosyal olanı yıkıyor geçiyor.

İktidar istediği kadar sınır tayin etsin. Din istediği kadar ahlak, edep, günah desin! Yasaklar ile kışkırtma iç içe gidiyor. Bir taraftan sınır getirilmeye çalışılıyor ama öbür taraftan da piyasa sürekli olarak daha fazla ve daha fazla arzulamaya çağırıyor: “Sen dile, yeter!” diye. Para sınır tanımıyor ki!

Ve piyasa orada da durmuyor: “Öteki de kim oluyor? Kimse sana engel olamaz!” diyor. Tam da bu nedenle için için değersizlikle boğuşan birey için istediği şarkının çalınmaması ya da trafikte geçilmesi hızlıca bir tehdide, dizginlenemez bir öfkeye dönüşebiliyor. Topu alkole atan çok, biliyorum ama ya mahalle aralarında ne oluyor mesela? Herkes ayıkken... Ya da sıradan sokaklarda?

Bu öyle bir öfke ki yok edilme tehdidinden kaçarken ancak yok ederek durabiliyor.

Gücün ve güçsüzlüğün şöleni bu! Yönsüzlüğün ve örgütsüzlüğün keyfini çıkaran tarihin şenliği bu. Ve sıkı tutunun. Ne yazık ki daha fazlası geliyor. Umudun da “Buradayım!” diyeceği daha fazlası...