Geriye kalan yıkıntıların içinde, hele de kapitalizmin günümüzdeki haliyle Giorgia Meloni’gillerin sermaye için topluma takla attırması kaçınılmazdı.
Bizim buralardan değil de İtalya’dan bahsediyorum. Hani şu “aşırı sağ”ın zafer kazandığı İtalya’dan. Aşırı sağ kavramına şüpheyle yaklaşalım ama işte taaaa 19 yaşındaki arzusunu gerçekleştiren Giorgia Meloni’nin ülkesinde bir zamanlar “çoğunluk” da komünistlerdeydi. Hatta 1976 genel seçimlerinde İtalyan Komünist Partisi her üç kişiden birinin oyunu almıştı. Ve bu oran özellikle ülkenin orta kesimlerinde %50’lerin üstünde seyrediyordu.
Ama her şey tepe taklak gitti: Nasıl ki Giorgia Meloni “kendinde ısrar edip” 20 yılda iktidara yerleştiyse PCI da 70’lerden itibaren kendinden vazgeçerek, başka bir şeye dönüşerek kayboldu gitti. PCI, demokratik sosyalizm, Avrupa komünizmi diye girdiği kulvarı 1990 başlarında Demokratik Sol Barti’ye dönüşerek tamamladı. Tam da Meloni’nin ailesi “şanlı ve büyük İtalya” rüyalarında ısrar ederken; ve bu ısrarlarını kızlarına da aktarırken.
İlginç değil mi? Sermaye temsilcileri kendilerinde ısrar etmek konusunda gram şaşmazken işçi sınıfı siyaseti kendinde ısrar etmemek için bin bir takla attığı bir dönem yaşandı şu dünyada. İtalyan siyasetinin son bir yüzyılı da sanırım böyle özetlenebilir. Ve belki de başka birçok ülke için de...
Ama İtalya’da hikâye öyle başlamamıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünistlerin siyasette ve genel düşünce dünyasında küçük ama etkili bir yer tuttuğu bir ülkeden bahsediyoruz. Ekim devriminin başarısı, Sovyet iktidarının tutunması ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki direniş PCI’ye hem ülke siyasetinde belirleyici bir yer açacak hem de daha önemlisi işçi sınıfının ve aydınların partiye yönelmesini de sağlayacaktı.
Burada daha fazla ilerlemeden önce Aydemir Güler’in geçtiğimiz aylarda soL’da bir köşe yazısında dikkat çektiği önemli bir noktayı hatırlatayım: “Sovyet tarihi yerine göre muhalif veya anti-komünist diyebileceğimiz, esasen Troçkist bir hegemonya altında yazıldı.” Çok doğru. Ve bir tek Sovyet tarihi de değil, 20. yüzyılda komünistlerin ve komünizm mücadelesinin tarihini de hep anti-komünist sol yazdı. Ne yazık ki! Bu nedenle PCI ile ilgili hemen her bilgi de komünizm nefreti ile yazılmış desek yeridir. Tarihe bakarken sanırım bu noktayı hep akılda tutmak lazım.
İtalya’ya ve PCI’ye dönersek... Tüm ülkede, özelikle sınıf içinde, gençler ve aydınlar arasında yerleşmiş, örgütlenmiş, on yıllar boyunca Bolonya gibi önemli kentlerin yerel yönetimini üstlenmiş bir partiden bahsediyoruz. Aynı zamanda İtalya hızla sanayileşen, kır emekçilerinin mülksüzleştiği, gündelik yaşamda ve düşünce dünyasında dinci gericiliğin, milliyetçiliğin ve liberalizmin güçlü olduğu bir ülkedir. Örneğin PCI’nin ilk genel sekreteri ve en önemli teorik referansı olan Antoni Gramsci’nin en önemli düşünsel beslenme kaynaklarında bu eğilimlerin yeri olmuştur. Ve tüm özgünlüğüne rağmen Marksizmle, devrimle ilişkisinde bu geçmişin izi hep kalacaktır.
Bu iz, İtalya’nın kendi düşünsel izi belirleyici de olacaktır. Örneğin Ekim Devrimi için “Kapital’e karşı devrim” derken de yanılmaktadır Gramsci. Hegemonya kavramı ile Marksist siyasete önemli bir alan açarken de yanılmaktadır. Kökenini Gramsci’de de bulan toplumsal devrimcilik hiç bir zaman bir yol açamadı. O günlerde de bugün de…
Ama bu tür yanılgılar ya da tercihler de İtalyan komünizminin “kaderi” olacaktır. Ki biliyorsunuz aslında “kader” yoktur: kör kalınan, atlanan, görmezden gelinen dinamikler vardır. İtalya’da ve belki de tüm Avrupa’da komünistlerin başına gelen de budur: Devrimin üstünden atlamak.
Daha Ekim Devrimi’nin hemen sonrasından başlayarak İtalyan solunun en önemli derdi “öyle bir devrim” yapmamaktır. Yani Bolşevik! 1960’lara kadar periferde kalan bu dert giderek ana akım düşünce haline gelecektir: hem de PCI, sosyalizm fikri gittikçe yaygınlaşırken. Ve komünistler bu kaçışı bir türlü durdurmamıştır. En güçlü (!) oldukları dönemde bile.
Buraya, yani “güçlü” olmaya ünlem koyuyorum çünkü sermaye siyasetinin güçlülük parametreleri hepimizin gözlerini boyamış durumda. PCI, 20 yüzyılın bu anlamda en güçlü partisi olarak görülebilir: %35’leri bulan oy, milyonlarca üye, yüzbinlerce kadro kaynağı, yüzlerce belediye yönetimi, yüzlerce milletvekili vs. Halbuki PCI bu kriterlere göre en güçlü olduğu dönemde en güçsüz dönemini yaşıyordu. Az sonra oraya, bu güçsüzlüğün göstergelerine geleceğiz.
Ama önce dönelim İkinci Dünya Savaşı sonrasına… İtalya’da komünistlerin hikayesi birçok uğrağın yanı sıra sanırım üç cenaze ile simgeleştirilebilir: Gramsci’nin (1937), Palmiro Togliatti’nin (1964) ve Enrico Berlinguer’in (1984). İlki Ekim Devrimi karşında Avrupa sermaye sınıfının acımasız saldırganlığını anlatırken ikincisi Avrupa’da karşıdevrimin 1920’lerden 1950’lere uzanan patinajını anlatır. Berlinguer’in cenazesi ise en kitlesel cenazedir ve liberalizm şafağında bir tür kutlama, vedalaşmadır.
Öyle kolayca üstünden atlanamayacak bir tarihten bahsediyoruz. Ama bir yandan da onca olanağa rağmen siyasal devrime bir türlü olumlu bakamayan bir tarihten. 1950’lerden 1980’lere İtalyan sermaye sınıfı semirip mafyalaşırken ve tabii ki bu arada sola, sosyalizme karşı bir deney laboratuvarını harekete geçirirken PCI ve İtalyan solu demokrasiciliğin sınırlarına çoktan hapsolmuştu. “İtalyan usulü sosyalizm” sosyalizmden kaçmanın, sınıflar üstü bir Avrupacılık söyleminin, yerel yönetimciliğin, işi kitabına uyduran sendikacılığın ve hatta NATO’culuğun adresi haline gelmişti. Bunlar, Sovyetler Birliği’nin yalpalamaları ya da sola karşı Gladio ile yürütülen savaşın karşısında mecburen sığınılan iyi niyet taşları falan da değildi: Doğrudan, arka planı “siyasal devrim olmaz, bize toplumsal devrim lazım” düşüncesine dayanan burjuva ideolojisinin işlenmesiydi.
Tüm bu ufuk daralmasının ve tipik bir sermaye partisine dönüşmenin 1990’lara varıldığında partinin kapısına güle oynaya kilit vurulması ile sonuçlanmasına şaşmamak gerekiyor. Evet, PCI’nin 1991’deki son kongresinde delegelerin üçte ikisinin onayıyla 80 yıllık parti kapatılır ve “Solun Demokratik Partisi” gibi adı tam da çağın ruhuna uygun bir isme dönüşür. Partinin içine çöreklenmiş tüm fırsatçılar da sonu gelmeyen koalisyon hükümetlerinde, Avrupa Birliği kurumlarında önemli ve bol akçeli görevler üstlenirler. Ödül olarak.Tüm bu ufuk daralmasının ve tipik bir sermaye partisine dönüşmenin 1990’lara varıldığında partinin kapısına güle oynaya kilit vurulması ile sonuçlanmasına şaşmamak gerekiyor. Evet, PCI’nin 1991’deki son kongresinde delegelerin üçte ikisinin onayıyla 80 yıllık parti kapatılır ve “Solun Demokratik Partisi” gibi adı tam da çağın ruhuna uygun bir isme dönüşür. Partinin içine çöreklenmiş tüm fırsatçılar da sonu gelmeyen koalisyon hükümetlerinde, Avrupa Birliği kurumlarında önemli ve bol akçeli görevler üstlenirler. Ödül olarak.
Sanırım İtalya’nın tarihinden çıkarılabilecek derslerin en başına yazılması gereken bellidir: sermaye ile hiçbir koşulda uzlaşmamak! Hiçbir koşulda… Buranın altına inildiğinde ise varılacak yer çok açık ve nettir: Tüm iddianın dağılması; toplumsal devrim, toplumsal devrim diye peşinde koşulanların bile heba olması.
Geriye kalan yıkıntıların içinde, hele de kapitalizmin günümüzdeki haliyle Giorgia Meloni’gillerin baskın hale gelmesine şaşmak saflık olur! Kendi elleriyle partisini kapatan ve bir türlü “yeniden kuramayan” bir ülkenin acıklı öyküsünde sadece bir yeni perdedir Giorgia Meloni. O kadar!
PCI en güçlü olduğu dönemde, en güçsüz hale düşmüş, düşürülmüş bir partidir. Ama esas inanılmaz olan ise en başından, 1920’lerden ve hatta öncesinden başlamaktadır. Devrime inanmamak, devrimi hep devrimden kaçarak aramak! Halbuki tam tersi lazımdı; inanmak. Dün de bugün de…
Kafası karışık milyonlarca İtalyan’ın tam da ihtiyaç duyduğu ve yanılsamalı da olsa Meloni’de gördükleri şey biraz da bu değil mi? İnanmak.