Aslında on yıllık bir trend bu. Ve bir tek Türkiye’de de yaşanmıyor. Ortada kapitalizmle ilişkili bir dert var.

TUS çalışan yok, herkes…

“TUS çalışan yok!” Böyle diyor, öğle arası beraber yemek yediğimiz asistanımız. Psikiyatride uzmanlık eğitimini tamamlamak üzere ve dile kolay, tıp eğitimi dahil 12 yılını geçirdiği kampüsün yaz sıcağında kavrulan bakımsız bahçesine bakarken hem gözleri doluyor hem de durumun şaşırtıcılığına üzülüyor.

Bundan altı yıl önce, yine aynı yerde kendisi tıpta uzmanlık sınavına çalışırken kütüphane dolup taşıyormuş. Şimdi ise içerinin neredeyse boş olduğunu belirtiyor. “Nerede insanlar?” diye soruyorum. “Herkes Almanca çalışıyor” diyor. Birbirimize bakıp susuyoruz. Yaz, sıcak…

Ama söylediği çok doğru. Herkes Almanca, İngilizce çalışıyor! Hatta artık buna İspanyolca, İsveççe falan da eklendi. Genç doktorların bir kısmı tıp değil, dil çalışıyor artık. Harıl harıl… Yurt dışına, “daha iyi” bir yaşama gitmek için…

Bu hafta, Dayanışma Meclisi açıklamasında belirttiğimiz gibi büyük bir yıkım bu. Ülkenin oldukça yüksek nitelikli insan gücü, bir anlamda kolektif toplumsal emeği, birden bir başka ülkeye naklediliyor. Öyle yabana atılacak bir transfer değil bu! Bir hekimin yetişmesi için toplumsal kaynaklardan 5.000 ABD doları (hatta daha fazlası) kullanıldığı düşünülürse aslında kaybedilen değer (belki) daha iyi anlaşılmış olur. Örneğin bu hesaba göre Türkiye bu yıl yaklaşık 1,5 milyar dolarlık bir kolektif serveti yurtdışına aktarmış olacak. Özellikle de Almanya’ya.

Aslında on yıllık bir trend bu. Ve bir tek Türkiye’de de yaşanmıyor. Ortada kapitalizmle ilişkili bir dert var. Ama örneğin ben de tıp öğrencilerinin “yurtdışına” gitmek için bu kadar arayış içinde olduğuna ilk kez bu yıl tanık oldum; hem de yakından: küçük çaplı bir bilimsel çalışma yürüttüğümüz üç genç hekim adayından birisi Almanya’da asistanlığa başladı; diğeri İngiltere sınavlarına girdi ve diğeri de gitmeye hazırlanıyor. Kapımı çalıp yardım isteyenler, mail atıp yol yordam soranlar da birden arttı bu yıl. Velhasıl anlaşılan o ki Türkiye’de doktor olmanın tadı epey kaçmış durumda. Hekim göçü artık bir gerçek!

Zaten geride bıraktığımız hafta içinde Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) yaptığı açıklama konuyu bir kez daha gündeme getirdi. Hem de yakıcı biçimde!

Yurtdışında çalışmak isteyen doktorların bir belge alması gerekiyor: İyi hâl (Good Standing) belgesi. Belge, “yurtdışına eğitim ve çalışma amaçlı giden” sağlıkçılara verilen “bir nevi temiz” kâğıdı. Bakanlığın sitesinde böyle yazıyor. Belgeyi zaten sadece iki kurum düzenleyebiliyor: Bakanlık ve TTB. İşte geçtiğimiz hafta TTB, 2022 içinde kendisine yapılan başvuruların sayısını açıkladı ve açıklanan sayılar biraz endişe verici…

Endişe verici çünkü yılın ilk yedi ayında TTB’ye başvuranların sayısı toplam 1402 kişi ile geçen yılı (ve de ondan önceki yılları da) geride bırakmış. Yıl sonuna kadar sayının 2.500’ü geçeceği söyleniyor. Bu bir rekor ve sağlık bakanlığına başvuranların sayısı da bilinmiyor. Yani bu rekor sayıya bakanlık verileri dahil değil.

Bu yıl içinde belgeyi temin etmek için başvuranların önemli bir çoğunluğunu uzman hekimler oluşturuyor. Yani tıp eğitimini Türkiye’de tamamlamış ve üzerine de en az dört yıl süren uzmanlık eğitimini de bitirmiş olan hekimler bunlar. Bu donanımın oldukça yoğun bir emek niteliği taşıdığını herhalde hemen herkes teslim edecektir. Bir anlamda karmaşık ve üst düzey bilgilerle donanmış bir emek gücü ülkeyi terk ediyor. Henüz uzmanlık eğitimine başlamamış, yeni mezun genç hekimler arasında da yurtdışına gidişin giderek hızlandığını görüyoruz. Her ay daha fazla genç hekim Avrupa’nın kapısını çalıyor.

Bu sayılar kamuoyunda da ilgi çekiyor. Keza TTB’nin açıklamasından hemen sonra tıp dünyasının en önemli dergilerden birisi olan İngiliz The Lancet’de Türkiye ve hekim göçüne dair iki sayfalık bir değerlendirme yazısı çıktı. Yazıda Türkiye’deki son durum aktarıldı ve uzmanların, TTB genel sekreterinin ve ihtisas için ABD’ye giden bir genç hekimin görüşlerine yer verildi. Tüm tartışmaların üstüne yazı, ses de getirdi. En azından Türkiye’de!  

Yazının genel çerçevesi ve alınan görüşler hekim göçünü daha çok ülke içinde düşen ücretlere ve hekime yönelik şiddetin artmasına bağlıyor. Çok da haklı olarak. Bu çerçevede örneğin “Beyaz Kod” adıyla hekimlerden ve sağlıkçılardan gelen şiddet başvurularının son yıllardaki baş döndürücü artışı ve ücretlerdeki erime de vurgulanmış. Rakamları görünce insan, genç bir hekimin buralardan gitme isteğini anlayabiliyor!

Ama…

Yazıda ve soruna dair egemen olan muhalif değerlendirmelerde meselenin belki de en can alıcı iki noktası (nedense) hep atlanıyor. Birincisi hekim göçü bir tek Türkiye’nin sorunu değil! İkincisi Türkiye’de sağlık piyasasını belirleyen kamu değil, özel sektör!

İlkinden başlayalım…

Hekim göçü bir tek Türkiye’nin sorunu değil. Örneğin Türkiye’ye göre ücretlerin oldukça yüksek olduğu ve hekime yönelik şiddetin de marjinal sayılabileceği İrlanda’nın da böyle bir sorunu var. İrlandalı hekimler çok daha yüksek ücretlerin verildiği Avustralya, Yeni Zelanda ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerine ve hatta üst yönetici, danışman olarak zenginlere hizmet vermek üzere Hindistan’a göç ediyor. Bu göçün özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra arttığı ve tam da bu nedenle İrlanda’nın pandemi döneminde zorluklar yaşadığı da belirtiliyor.

Hekim göçünden nasibini alan bir başka ülke da Yunanistan mesela. Yunanistan sınırlı sayıdaki hekimlerini özellikle Avrupa Birliği üyeliğinden sonra Almanya, İngiltere, Avustralya, Kanada ve ABD gibi ülkelere kaptırmış durumda. Bu göç, özellikle 2000'li yıllarda kırsal kesimde ve ana karaya uzak adalarda hekim kısıtlılığına yol açmıştı. Göç azalmakla birlikte halen de devam ediyor.

Yani hekim göçü bir tek Türkiye’nin sorunu değil. Burada esas olarak nitelikli emek gücünün kapitalizm tarafından ayartılması söz konusu. Sermaye, görece düşük geliri olan ülkelerdeki yetişmiş ve nitelikli emek gücünün görece daha yüksek gelir grubundaki ülkelere göçüne neden oluyor ve bundan da hemen herkes payını alıyor.

Tabii ki bu işin kaymağını zengin kapitalist ülkeler yiyor. Örneğin İngiltere gibi! İngiltere son on yılda ülke dışından 56.000 doktoru istihdam etmiş durumda. İngiltere’deki tıp fakültelerinde yıllık 7.000 öğrencinin eğitim gördüğünü ve hekim göçü ile İngiltere’ye yerleşen doktorların yıllık sayısının özellikle son yıllarda yerli tıp mezunlarını geçtiğini de belirtelim. Örneğin son iki yıl içinde İngiltere’ye yerleşen hekim sayısının 10.000’leri bulduğu belirtiliyor. İngiltere böylece ortaya çıkmasında doğrudan hiçbir katkısı olmadığı yüksek nitelikli bir emek gücüne hem daha ucuza hem de çok daha zahmetsizce sahip olmuş oluyor. Aynı durumun Almanya için de geçerli olduğunu herhalde belirtmemize gerek yok.

Tabii ki tüm bunlar yine İngiltere’de yayınlanan The Lancet’de ya da başka yerlerde pek yazmıyor. Türkiye’deki muhalif hekim hareketi de özellikle bu tür karşılaştırmalara pek bakmıyor. Belki de haklı olarak… Ancak meselenin tam da bir tek Türkiye’deki sermaye düzeni ile değil tüm dünyayı çekip çeviren sermaye düzeni ile ilişkili olduğunu gözden kaçırdık mı sonrası aldanmak olur. Olacaktır da…

Dile getirilmeyen ikinci nokta ise Türkiye’de sağlığın tüm boyutlarıyla piyasalaşmış olması ve ortada devasa bir özel sektörün bulunması. Nedense bu nokta hep atlanıyor. Bugün Türkiye’de hekim emeğinin karşılığını belirleyen kamu değil özel sektördür. Zaten bir kamu sektörünün kalıp kalmadığı bile tartışılabilir. Sağlıkta dönüşüm programıyla birlikte devletin emekçilerden toplanan kaynakları sermayeye aktaran bir aracıya dönüştüğü ve hatta sadece bunun için organize edildiği pek dile getirilmiyor. Bugün Türkiye’de hekimlerden, hemşirelerden, diğer sağlık çalışanlarından ve aslında toplumun genelinden gasp edilen kaynaklar bir takım yerli ve yabancı sağlık şirketlerine devlet eliyle aktarılıyor. Ve sonuçlarından bir tanesi de hekim göçü oluyor.

Öbür yandan kapitalizmin şaşırtıcı dinamikleri de var. Örneğin göç veren ülkeler, bu hekim göçü sürecini tercih de edebiliyor olabilir. Ne açıdan derseniz iki özelliğin öne çıktığını söyleyebilirim: birincisi hekimler yurtdışına yerleşen tüm diğer emek gücü gibi ülkeye dolaylı olarak süreklileşmiş bir döviz akışı sağlayabilir. Yani bir anlamda 1960lı yılların gurbetçiliği modern bir biçimde sürüyor ve bu durum, elimizde rakamlar olmamakla birlikte örneğin Türkiye’nin de işine yarayabiliyor olabilir. İkincisi söz konusu göç, geriye kalan emek gücünün de disiplinize edilmesi ve ücretlerin düşürülmesi için kullanılıyor. Herhalde son altı ay içinde siyasi iktidar ve hekimler arasında yaşanan çekişmenin de buraya oturduğu söylenebilir.

Yıkım demiştik ve yıkımın bir bütün olduğunu gözden kaçıran her yaklaşım da işi daha fazla karmaşık hale getiriyor. Örneğin burada sadece yurtdışına hekim olarak yerleşenlere odaklanmak da yanıltıcı. Çünkü göç sayıları buz dağının sadece görünen kısmı. Bu göç hareketi geriye kalan tüm hekimleri de tıp öğrencilerini de etkiliyor: topluma yabancılaşma, ülkeye ve insanlara yabancılaşma, mesleğin kapsamına ve amacına yabancılaşma, kendi emeğine yabancılaşma, çaresizlik ve boş verme gibi… Yani hekim göçüne sebep olan nedenler bir tek sonuca değil sürecin bütününe de etkide bulunuyor. Birçok genç hekimin aklı karışıyor, enerjisini çalınıyor ve çaresizlikle baş başa kalmalarına neden oluyor.

Kimse artık TUS çalışmıyor demiştim. Neden çalışsın ki? Ülkenin de dünyanın da ruhu şaşmış durumda. Ve tüm bunların ortasında insan sormadan edemiyor, “Nerede bu insanlar?” diye. Almanca çalışmayanlar… Burada kalacak ve bir yere gitmeyecek olanlar…

İhtiyacımız olan kahramanlık ya da hamaset değil. Gözü kör bir muhaliflik hiç değil.

İhtiyacımız olan…

Yeni bir şeyler kurma iradesi.

Ülkenin, dünyanın ve tarihin kavurucu ve savurucu sıcağına pek aldırmadan.

Değil mi?

*

Not: Bir de Sosyalist Türkiye’nin doktoru olup Almanya’ya, İngiltere’ye ya da dünya üzerinde ihtiyacı olan bir başka ülkesine gitmek var… Çok da zor değil. Bknz. Küba!