Onları Kuvayi Milliye Atlarının Kuyruğuna Bağlayalım

İttihatçı önderler Enver, Cemal, Talat Paşalar ile Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Azmi Bey gibi yönetici ekibi parti merkez komitesinin almış olduğu karar gereğince ülkeyi terkettiklerini (2.11.1918) hatırlatarak girelim söze.

Arkalarında silme İttihatçılardan oluşan bir Meclis, Anadolu’nun hemen her yanına dağılmış olan sivil/asker ittihatçı yönetici kadrolar ve yakın tarihimizde derin izler bırakan iki gizli örgüt ve eşsiz bir deneyim bırakarak ülkeyi terketmişlerdir.

Kuvayı Milliye’nin tarihini okurken süreceğiniz izin bizi, İttihatçıların ülkeyi terkederken geride bıraktıkları fikri ve askeri mühimmat ile buluşturması mukadderdir. Birlikte okunmalıdır.

1918 yılında Adana Dörtyol’da atılan “İlk kurşun”la başlayan Kuvayi Milliye Hareketi yurt dışına çıkmak zorunda kalan İttihatçı yönetici kadroların geride bıraktıkları azımsananmaycak sağlamlıktaki bir zeminden güç alıyordu.

İz sürücünün ilk elden karşısına çıkacak olan örgütlerden biri Enver Paşa’nın talimatıyla Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Teşkilat-Mahsusa ise, diğeri Talat Paşa’nın girişimi ve talimatıyla kurulan Karakol Cemiyeti’dir.

Her iki örgütün de beslendiği düşünsel kaynak daha sonra Ankara’da şekillenecek olan ulusçuluk ve bağımsızlıkçılıktır. Bunların aynı zamanda İttihatçılığın şiarları olduğunu hatırlatmam fazladan sayılmaz umarım.

Sözün adece Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti ile sınırlı kalması eksikli olacağından sürdürmekte yarar var.Askeri örgütlenme olarak bilinen bu iki örgütün yanısıra, daha sonra Ankara Hükümetinin yanında yer alacak olan Dr. Esat Paşa, Dr. Tevfik Rüştü (Aras, M. Kemal’in Dışişleri bakanı) Dr. Adnan Adıvar (Halide Edip’in eşi, Ankara Hükümetinin ilk Sağlık Bakanı) yönetimindek Hilal-i Ahmer cemiyeti Cumhuriyet döneminin ünlü Celal Bayar’ının da ilişki içinde olduğu, İttihat ve Terakki’nin kurucusu sonradan Mustafa Kemal’in en yakın adamlarından biri olacak olan Mithat Şükrü (Bleda)’nün başkanlığını yaptığı Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti yine daha sonra Ankara Hükümetinin yanında yer alacak olan Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Halide Edip Adıvar gibi dönemin seçkin aydınları tarfından kurulan Türk Ocağı ve benzeri pek çok örgüt bırakmışlardı İttihatçılar arkalarında.

1919 yılının son ayında, Aralık ayında yapılan genel seçimlerin sonuçları da İttihatçıların yurt dışına çıkarken geride bıraktıkları örgütün toplum içinde nasıl kök saldığını göstermesi açısından önemlidir.

Meclis büyük bir çoğunlukla İttihatçıların denetimine girmiştir bu seçimlerle. Hem de en önemli yöneticilerinin yurt dışına çıkmış olmalarına rağmen. Bu Meclis’in İngilizler tarfından basılıp kapatılıncaya kadar ayakta kaldığı üç aylık dönemde, Ankara’nın “adamı” eski İttihatçı Rauf Orbay ile ölünceye kadar İttihatçı, Karakol Cemiyeti kurucusu Kara Vasıf yönetimindeki Meclis grubunun Milli Misak’ı ilan ettirdiklerini de akılda tutmanın yararı olacaktır.

Günümüzde ise Enver denilince eksi otuz derece Sarıkamış , Cemal denilince artı kırk derce Arap çölleri... Talat denilince mi? Adam sen de, posta memuru Ermeni katili.... İttihat ve Terakki’den aktarılan ve zihinlere kazınan sadece bunlardan ibaret.

***

Şimdilerde bütün olumsuzluklar, her türlü hayırsızlık “İttihatçı kafaya” bağlanır oldu. İttihatçılık bütün kötülüklerin müsebbi şeytan ya... Hani Mina’da hac farzında taşlanan... Taşı kapan sevabına ekleştiriyor...

***

Ah, hani diyorum elbette imkansız canım ama, temsil diyorum. Şimdilerin hani sabah akşam İttihatçılar küfür eden liberal gerici takımı, Çerkes Ethem Bey’le ya da olmadı Kuşçubaşı Eşref Bey’le, yok yok en iyisi Yakup Cemil’le sokak arasında karşılaşsalar bağırtılarının sesi kim bilir nerelere varırdı?

Bu fantasyayı mesut ve mutlu bir tebessümle kurarken az kaldı unutuverecektim beni hayal alemine götüren ve kafalarına İttihatçılar kadar taş düşesicelerin bıkmadan usanmadan çiğnedikleri sakızı. O da şu : “İttihatçılar ‘ hürriyet, adalet, müsavat (eşitlik) sloganıyla iktidarı ele geçirdiler’ Ne hürriyet, ne adalet, ne de müsavat bıraktılar. Ülkeyi savaşa sürüklediler. Devletin yıkımına yol açtılar. Sonra da ‘b’ takımları bu yıkımı emperyalizm adına gerçekleştirdi...”

Gel de dellenme!

Şimdi burada savaşın kaçınılmazlığını, bir asırdır devletin zaten payandalarının çöktüğünü ve öldüğü halde kendisini sağ sanıp bir süre daha koşan geyikten farksız olduğunu, yoksa karaca mıydı, bir yana bırakalım, “b” takımına (kastedilen Osmanlıyı yıkıp Cumhuriyeti kuranlar oluyor), olur olmaz her bahane ile yapılan saldırı Cumhuriyete yapılan saldırı değilse nedir?

Bunları ne yapmalı?

Soru kime?

Yakup Cemil'e mi yoksa bana mı?

Yakup Cemil’e karışamam. Bulaşamam. Size de tavsiye etmem karışıp bulaşmanızı... Ethem Bey’e ya da Eşref Bey’e ise sorunuz, ikisi de damarları İttihatçı damarı kuvvacılardır ki onlara da ilişmeyin derim. Bana sorarsanız, hadi sormuş olun şöyle kallavi “rüzgar kanatlı atların” kuyruklarına bir güzel bağlamalı bunları derim. Sonra koyvermeli dörtnala dağa, taşa, yazıya!

Ancak atlar, “Avni’nin atları” olmalı. Avni Arbaş’ın çizip Nazım ustanın anlatımıyla kanatlanan Kuvayi Milliyecilerin “asabi” atları olmalı ki, seyrine doyum olmaz!

Ne diyordu Nazım Hikmet teey 1958’de :

“Bana Avni’nin atlarına

Binmek nasip olmasa gerek

Ama Mehmet binecek.

Gelecek düşmanla topuz topuza

Gülüm kuvayi milliye atları

Gözüm kuvayi milliye atları

Memeleketi satanları bağlasınlar

Kuyruğunuza...”
***

Tam da Nazım’ın 108’inci doğum gününün başlangıcı olan şu mübarek yılda, he vallaha eğlenceli de olur, bağlayalım onları Kuvayi Milliye’nin ele avuca gelmez, asabi atlarının kuyruklarına!