Kesin olarak bilinen 12 adet kadın efendi, 9 adet ikbal ve sayısı tam olarak bilinmeyen çoklukta cariyesi olduğudur.
Tam adı Düyun-u Umumiye-i Varidat-ı Muhassasa İdaresi. Günümüz Türkçesine Devlet İdaresi Borçları olarak çevirebiliriz.
Osmanlının borç batağına saplanması Abdülhamit’in babası Abdülmecit’le (ö. 1861) başlıyor. Üç yıl kadar süren Kırım Savaşı’nın masraflarını karşılamakta güçlük çeken Abdülmecit çaresiz kalınca Galata bankerlerine yöneliyor. Ancak masrafların had safhayı aşmasının nedeni sadece uzayıp giden bu savaş değil. Çok defa ıskalanıyor ama bana soracak olursanız ikinci bir cephe daha var ve fikrimce Abdülmecit’i yatağa düşüren de bu oluyor. “İnce hastalık.” Verem diyoruz. Nasıl olmasın; bin bir çeşit dert ve sıkıntıyı, içine ata ata eriyip tükendiği anlaşılıyor adamcağızın. Bunu Hersek İsyanını bastırmak muradıyla yola çıkmadan önce kendisini ziyaret eden Müşir Ömer Paşa’ya söylediklerinden anlıyoruz. Dedim ya fikrimdir. Sahiden yanmış adamcağız:
“İnşallah muvaffak olup gelirsin, lakin beni bulamayacaksın. Beni kadınlarım bitirdi!”
İkinci cephe kadınlar cephesidir.
Kesin olarak bilinen 12 adet kadın efendi, 9 adet ikbal ve sayısı tam olarak bilinmeyen çoklukta cariyesi olduğudur. Bunlardan doğan çocukların sayısı 30-35 civarındadır ve şimdi siz kendinizi onun yerine koyun, hakikaten masrafları altından kalkılacak gibi değil!
Bunu bizzat döneme tanıklık eden devlet adamı ve tarihçi Cevdet Paşa’nın yazdıklarından öğreniyoruz. Necdet Sakaoğlu aktarıyor:
“… Saray kadınları dış dünyaya açılmakla kalmayarak alışveriş tutkusuna kapıldılar. Abdülmecit’in kadın efendileri, ikballeri, kızları arabalarla piyasaya çıkıp Beyoğlu kuyumcularında, mağazalarında alışveriş yapacak kadar özgürlüğe sahipti. Vezir eşlerinin, yüksek sınıf ailelerinin de onlardan kalır yanları yoktu. Abdülmecit’in saray masraflarının dışarıya yansıyan üç yıllık borcu üç milyon keseyi geçmişti. Dışalım öylesine artmıştı ki saraya Amerika’dan buz getirtiliyordu. Kadınlar eski giyim alışkanlıklarını bırakarak Avrupa’dan gelen iç çamaşırlarını, korseleri, şemsiye ve eldivenleri tercih etmekteydi.”
Bu arada Abdülmecit’in kendisin de pek tutumlu olmadığı, itibardan tasarruf etmeme yolunda gayret gösterdiği anlaşılıyor. Borç aldığı paralarla bir yandan çok sayıda cami yaptırarak halkın gönlünü çelerken, öte yandan kendi keyfine saraylar yaptırmayı da ihmal etmiyor. Dolmabahçe Sarayı, Beykoz Kasrı ve Küçüksu Kasrı bunların başında yer alıyor. Bir de kadınlarına kıyamıyor, onlara karşı pek cömert. Bunu yaptırmış olduğu konaklardan anlıyoruz. Çokça konak yaptırıyor. Bir de içi var. Sarayların içi için harcanan paraların dışı için harcanandan daha çok olduğu yazılıyor. Galata bankerlerine para yetiştirilemez hale gelince devlet yüzünü Avrupa’ya çeviriyor. Sıraya giriyorlar. Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya…
Özeti; Abdülmecit Kırım Savaşı’ndan müttefiklerinin yardımıyla galip çıksa da bu birinci cephe oluyor, ikincisinden yenik ve bitik çıkıyor. Verem oluyor. Genç yaşta ölüyor. Sonrası kardeşi Abdülaziz’dir (ö. 1876).
Abdülaziz’i ben hep sevimli bulmuşumdur. Tombul, halim selim, kendi halinde, halkın arasında gezinen, mütevazı biri olduğu anlaşılıyor. Yemeği içmeği seviyor. Gayet iştahlı olmalı, bir oturuşta bir kuzu yediği de okuduklarımızın arasında yer alıyor. Güzel. Ama Avrupa Seyahati onun zihnini karıştırıyor. Şimdi yazacaklarım tamamen benim icadımdır, hani insan beyninde beş “lob” olduğu söylenir ya, bunlarda lob sayısı fikrimce altıdır ve altıncısı “saray yaptırma lobu” dur. Abdülaziz’de de var ve bu lob Avrupa dönüşünde harekete geçiyor. Zıvanadan çıktığı andır. Şunlar yazılıyor:
“… Avrupa’da gördüklerinden çok etkilenen Abdülaziz, ilk iş olarak İstanbul’un görüntüsünü değiştirmek gibi bir heyecana tutuldu. Hayran olduğu Paris’i, Londra’yı, Viyana’yı geliştiren kaynakları hesaba katmadan, Avrupa bankalarından alınan borçlarla birtakım yatırımları, Çırağan ve Beylerbeyi saraylarıyla Ayazağa, Tokat Bahçesi, Alemdağ, İcadiye köşklerinin yapımlarını başlattı… Devlet ve saltanat törenlerinin daha görkemli olmasını istedi. Sarayın hizmet kadroları binlerce kişiyi kapsayacak boyutta genişletti.”
Mukayese yapılsın diye yazıyorum, sadece Çırağan Sarayı’nın yapımı için harcanan paranın 2 buçuk milyon altın olduğunu okuyoruz. Bu rakam Kırım Savaşı için alınan borç miktarı olan 2 milyon 640 bin Osmanlı altını ile okunduğunda yapılan israfın büyüklüğünü görebiliyoruz.
Borçlar borçla döndürülmeye çalışılıyor ve nihayetinde ödenemez hale geliyor. Rus elçisiyle olan ahbaplığına neşet olarak “Nedimof” adıyla anılana Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, tabi önce Padişah Abdülaziz’e ardından da Galata bankerlerine ve Avrupalı alacaklılara “battık” diyor. Bir de kararname yayınlanıyor Abdülaziz’in mührüyle. 30 Ekim 1875 tarihlidir. Mübarek aya denk gelmesi nedeniyle olmalı tarihte Ramazan Kararnamesi olarak geçer. Kararnameye göre ana para ve faizlerin yarısı belli bir plan dahilinde ödenecektir. Ne ki o da ödenemez. Ardından Nisan 1876’da borç geri ödemeleri tamamen durdurulur. Sen sağ ben selamet. Hazine iflas etmiştir. Avrupa gazeteleri manşet atar: “Türkler bizi dolandırdı, altınlarımızı safahat uğruna harcadılar.”
Hikâyesi uzundur. Abdülaziz darbeyle tahttan indiriliyor. Sonrası Murat’tır (ö. 1904). Muratların beşincisi oluyor. Tahta çıktığında yarı deliydi. Çıktıktan sonra “zır” oldu ve sürüklenerek tahttan indirildi. Üç ay falan tahtta kaldı. Bilemiyoruz ama ihtimaldir onda da “saray yaptırma lobu” vardı, ne kadar yazık harekete geçecek vakti bulamadı!
Sonra gelen “Bizimki”. Abdülhamit (ö. 1918)
Düyun-u Umumiye ve Reji Kolculuğu… Paralel Devlet ve Paralel Ordu olarak okunabilir. Abdülhamit’in icadıdır.
İlkin Galata bankerlerine olan borçların ödenmesi için masaya oturuldu. En verimli altı kalem verginin 10 yıl boyunca alacaklılara aktarılması kararı alındı. Güzel, ancak bunun “sözde” kalmaması için tamamen alacaklı bankerlerin kontrolünde “Rüsum-u Sitte” adıyla bir de daire kuruldu. Bu dairenin görevi alkollü içki, damga, balık avı, tuz, ipek ve tütün vergilerini toplayıp Galata bankerlerine aktarmaktı. Olmadı. Zira Avrupalı alacaklılar yalnızca iç borçlar için kurulan bu daireye tepki gösterdiler. Avrupa’nın tefecilerinin baskılarına daha fazla dayanamayan Abdülhamit, 20 Aralık 1881, yeni bir kararname imzaladı: Muharrem Kararnamesi… Bu kararname ile Rüsum-u Sitte İdaresi yerini Düyun-u Umumiye İdaresi’ne bıraktı. Paralel devlettir.
Paralel devlet dedim, ısrarlıyım, biri lütfedilmiş Osmanlı, altısı Avrupalı tefecilerin temsilcisi olmak üzere yedi kişilik bir yönetim kuruluna sahip olan bu daire, yere göğe sığdırılamayan Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin handiyse üçte birine el koyacaktır. Düyun-u Umumiye İdaresi zaman içerisinde öylesine dal budak salmış, öylesine büyümüştür ki, burada çalışan memurların sayısı 1912 yılına gelindiğinde, İstanbul merkez ofisi ve diğer şubeleriyle birlikte toplamda 8. 900’e erişmiştir. Buna karşılık hani yine bir mukayese yapmak istersek ve yüzümüzü koskoca devletin Maliye Bakanlığı’na çevirirsek çalışan sayısının 5. 500 kişi olduğu görülecektir. Bu arada Düyun-u Umumiye Paralel Devleti’nde çalışanların ücretlerinin de diğerlerine göre epeyce yüksek olduğu da ilave edilmelidir.
Devlet tamam. Tamam da bir de ordu gerek.
Rüsum-U Sitte dedik. En yüksek altı gelir kaynağı. Bunların içinde en verimlisi Tütün tarımı olmakla birlikte en çok “kaçağın” gerçekleştiği kalem de bu oluyor. Çok rağbet görüyor, çok tüketiliyor. “Türk gibi tüttürüyor” sözünün hafızalara yerleşip günümüze kadar taşınması bundandır. Büyük miktarlarda gelir sağlayıcı bu tarımının her aşamasının denetlenmesi gereği duyuluyor ve Düyun-u Umumiye’ye bağlı bir şirket daha kuruluyor İsmi uzunca ve tam olarak şöyle: “Memalik-i Mahrusa-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi” nasıl ama!
Kısa hali: Reji Şirketi. Daha da kısası “halk halidir”: Reji… Reji, ekilecek alanları, ekilecek miktarı, taban fiyatı belirliyor. Bununla kalmıyor kaçağı önlemek için tütünü hasadından başlayarak milletin cebine, “tabaka”sına, çubuğuna gelinceye kadar ki yolculuğunu takibe alıyor. Daha doğrusu almaya çalışıyor ancak ne çare, kaçakçılığı önleyemiyor. Köylü kendi malının hırsızı oluyor. Kaçakçılığı önlemek için her yolu deneyen Reji bu defa bir talimatname yayınlıyor ve biz bu talimatname ile Reji İdaresi’nin bir ordu kurduğunu öğrenmiş oluyoruz. “Tütün Kaçakçılığının Men’i Hizmetinde Kullanılacak Kordon Bölüklerine Dair Talimatname” hükümlerine göre silahlı süvari ve piyade birlikleri kuruluyor. Kaçakçılarla, ayıngacılar diyoruz, 30 yıl kadar sürecek olan “Tütün Savaşları”nda 50 ila 60 bin arasında kaçakçının kolcular tarafından “telef” edildiği yazılıyor.
Niyazi Berkes “İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz” adını taşıyan çalışmasında şunları not olarak düşüyor:
“… Düyun-u Umumiye’nin yatırımları, işletmeleri, muhasebesi tıkır tıkır işliyordu ve hiç şakası yoktu. Bir köylü bu idarenin tekeli altında olan kendi yetiştirdiği tütünden yarım okka bir yana saklayayım dese reji kolcusu tarafından küt diye alnından vurulurdu.”
Bu arada Abdülhamit’in de Şemdinli kaçak tütünü tüttürdüğünü araya sıkıştırmalıyım!
Uzadı, sonlandıralım. Düyun-u Umumiye Osmanlı atalarımızın Cumhuriyet’e hediyesidir. Önce ordusu dağıtılmıştır 1925’te. 1928’de ise kendisi tarihe gömülmüştür. Borçlar mı?
1954’e son taksiti ödenecektir.
Osmanlı atalarımızın Cumhuriyet’e bıraktığı hediye budur.
Kaynaklar:
Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, İst. 19
Niyazi Berkes, İki Yüz yıldır neden Bocalıyoruz, Cumhuriyet Kitap, İst. 1997