Abdülhamit diyoruz ya, esasında sözcüklere olmadık manalar yükleyerek onlara harp ilan edenin ilkin amcası Abdülaziz olduğu anlaşılmaktadır. Hak bilirliğim bunu belirtmemiz gerektirmektedir.

Sansür

Sansür denilince aklıma hemen Abdülhamit gelir. Abdülhamit mi, fikrimce “burun” demektir.

Necip Fazıl suretini tariflerken Abdülhamit’in “Orta bir boy, zaife yakın bir vücut, uzuvları gayet narin, derisi esmere çalan buğday rengi, kirpikleri sık ve uzun ve gözlerinin alt kısmı hafifçe yaradılıştan sürmeli” diye başlar. Tarifin buraya kadar olan kısmına bakarak hüküm vermeye kalkacak olursak mağribi bir çekiciliği olduğu görülecektir hazretin. Ne ki sonrasında bu cazibeli sima hasar görür, bozulur. Zira yazarımız “uzun ince köklü minkâri bir burun“ yerleştirmiştir bu çekici yüzün ortasına.

Güzel. “Minkâri burun” koca burun anlamına gelir ve Abdülhamit’in alameti- farikası olup Devr-i Hamit döneminin kullanılması yasaklanan sözcükler listesinin ön sıralarında yer alır, “minkâri” demesek de olurdu. Fazladandır. Tek başına “burun” sansür heyetinin gazabına uğramak için yeterlidir.

Biliniyor, burun ağzın az üstünde yer alır. Çeşitli biçimler alarak yukarı doğru uzandıktan sonra alın hizasında biter. İki delikli olduğu malumunuz olup solunum ve koku alma aracıdır. Herkeste olduğu gibi bundan Abdülhamit’te de bir adet bulunmaktadır. Tamam, sansür heyetinin “burun” sözcüğüne, hazretin koca burnuna işaret ettiği, bunun da incitici olduğu yolunda vermiş olduğu mütalaa kabul edilebilir. Ancak bir de coğrafi terim olarak “burun” var. Bunu ne yapmalı?

Denizlerde ya da göllerde ileriye doğru yarımada şeklide oluşmuş kara parçasının son uç kısmına “burun” denilmektedir. Denilmektedir ama Devr-i Hamit Dönemi’nde denilemez. Denilemeyeceğini dönemin ünlü gazetecisi Hüseyin Cahit Yalçın’dan öğreniyoruz. Hüseyin Cahit, Piere Loti’nin İzlanda Balıkçısı’nı çevirirken nasıl bunalmış olmalı ki şunları not düşüyor:

“Bazı sözcükler vardır ki, onların kullanılmasının doğru olmayacağını bütün yazarlar bilir. Sözgelimi ‘burun’ dan söz edilemezdi. Çünkü Tanrının yeryüzündeki gölgesinin çok büyük bir burnu vardı. ‘Burun’ sözünün onunla alay edilmesi sonucunu yaratacağı kanısına varılmıştı. Ben İzlanda Balıkçısı’nı çevirirken coğrafya ile ilgili ‘burun’ sözcüğü geçtikçe “karaların denizlere doğru ilerlemiş bölümleri’ diye yazardım.”

Yalnızca Hüseyin Cahit gibi Abdülhamit karşıtlığı bilinen İttihatçı bir gazetecinin yazdıklarına bakarak hüküm vermenin isabetli olmayacağını, kötü niyetli davranıldığını ileri sürenler olabilir. Peki, tamam da Halit Ziya Uşaklıgil’in yazdıklarına ne demeli?

Aşk-ı Memnu ile tanınan bu ünlü romancımıza göre Devr-i İstibdat döneminde, bu Abdülhamit’tir, doğan çocuklar arasında Hamit, Murat, Reşat adlarını taşıyanların hiç olmadığını yazar:

“…Ne Murat ne Reşat denebilirdi. Hatta kendi adından bile ürkülürdü. Hamit’ler Hamdi olmuştu, Murat’lar Mir’at, Reşat’lar Neşet adlarını almışlardı. O tarihlerde sicile Hamit, Murat, Reşat adlarıyla yeni doğmuş çocuk kaydedildiği belki hiç olmamıştır.”

Uşaklıgil romancıdır. Yüksek hayal gücünün bir oyunu olarak değerlendirilebilir bu yazdıkları ama yine de tümüyle uydurma olduğu söylenemez zira özelikle “Murat” adının tekinsizliği üzerinde duran başka yazarların olduğunu da görüyoruz. Söz konusu ”Murat” olunca açıkçası ben de Abdülhamit’e hak vermek eğilimindeyim. Zira Abdülhamit’in daha önce kısa süreliğine de olsa tahtın tadını çıkarmış olan abisi Murat’ın zır deli olmadan önce Jön Türkçü Namık Kemal’le oturup içki içip işret etmekte ve şiir okumakta oldukları birçok defalar saraya jurnallenmiştir. Abdülhamit’in, Murat’ın adını duymasıyla sinirlerine hâkim olamadığını müşahede eden Hekimbaşı Mavroyani Paşa’nın ki Murat’ın da doktorudur, tavsiyesine uyan sansür heyetinin bu adı yasaklaması tabii karşılanmalıdır!

Bir de Tahtakurusu var.

Gayet sevimsizdir.

Isırır.

Ancak Tahtakurusunun burada mevzuya dahil olmasının nedeni bu değildir. Allah korusun, olur a “Tahtakurusu” yazarken baştan beşinci harfi olan “a” harfinin düşeceği tutar, yerine “ın” tamlayan eki yerleşirse, “tahta” ne hale dönüşür. Bunu soran sansür heyetidir ve cevaplamak gerekirse, elbette büyük bir mana dönüşümü ile “ tahtın” olur.

Bitmedi, şimdi “kurusu” nu “tahta” nın kuyruğuna takın ve takarken “n” harfiyle pekiştirin, alın bakalım, oldu mu sana “tahtın kurusun!” Oldu ve hiç kuşku yok, doğrudan tahtta oturana yönelik yapılmış ağır bir bedduadır. Kemal Tahir’in değişiyle “kispeti kaptırırsın ki Zaloğlu Rüstem olsan ne fayda!” Bundan ötürü olmalı, Hüseyin Cahit, ” Tahtakurusu” nun sarayın lütfuna uğramış hayvanlardan biri olduğunu yazarak hem sarayı hem da sansür heyetini alaya alacaktır.

Döneme dair kaynakları tarayan Cevdet Kudret’in yazdıklarına göre Abdülhamit’in zaten zayıf olan asap sistemini yerinden oynatan sözcükler uzun bir liste oluşturmaktadır. Birkaçına yukarıda değindim az da olsa zenginleştirmek için şunları da ilave etmemde bir sakınca yok sanırım: Birader, yıldız, tepe, grev, meşrutiyet, bomba, dinamit… Ve AH=0

Bu sözcüklerin her birinin görünür anlamının dışında şeytani şifrelerle yüklü olduğunu ferasetiyle keşfeden dünya değer Padişah hazretlerinin bunlara yasaklar getirmesini makul karşılamak fikrimce doğrudur. Ancak bir kimya formülü olan AH eşittir sıfırın, Abdül ve Hamit’tin baş harflerinden mülhem olmasından hareketle, tamam bir de eşittir sıfırı olsa bile, Abdülhamit sıfırdır, dolayısıyla bir hiçtir manası çıkarmak hakikaten zorlamaymış gibi geliyor bana!

Şimdi böylece yazıp Abdülhamit diyoruz ya, esasında sözcüklere olmadık manalar yükleyerek onlara harp ilan edenin ilkin amcası Abdülaziz olduğu anlaşılmaktadır. Hak bilirliğim bunu belirtmemiz gerektirmektedir. Belli ki Abdülaziz’in yayınladığı ve hayli kapsayıcı olduğu anlaşılan emirname Abdülhamit için yol açıcı olmuş ancak zaman içerisinde öylesine pişmiş ve öylesine incelikler geliştirmiştir ki amcasını geride bırakan Abdülhamit “Sansür-ül Ekber” seviyesine ulaşmıştır. Tam bunu demişken küçük bir not gerekebilir, “Sansür-ül Ekber” benim icadımdır. “En büyük sansürcü” anlamına gelir.

Bir de “Büzük” var.

“Büzük” Abdülhamit’e ait değildir. Hacı Ali Paşa’nındır.

Biliyorsunuz “kalın bağırsağının hitama erdiği yer” anlamında kullanılan bu sözcüğün bir de argoda “yüreklilik” anlamına gelen ikinci bir anlamı vardır ve ben bu ikinci anlamına işaret ediyorum. Ancak sokak dilinde ve de yaygın olarak birincisine yani “anüs” e gönderme yapıldığından bu sözcüğü kullanmam kibar bulunmayabilir ama yararlandığım kaynak aynen öyle yazdığı için böyle yazmak durumunda kaldım. “Yüksek mertebeli, pek çok değerli” anlamına gelen ve üst konumundakilerle olan yazışmalarda bir hitap sözü olarak kullanılan “Büzürgvâr” sözcüğünün “büzük” e dönüşme olasılığının yüksek olduğunu saptayan Başmâbeyinci (Yazı İşleri Müdürü) Hacı Ali Paşa, sözcüğü “terbiyesizce lakırdı” ilan ederek kullanılmasını menetmiştir. Hacı Ali Paşa’nın her an kötücül kılığa dönüşebilecek olan bu sözcüğü menetmesi bana göre de makul ve yerindedir. Zira Maazallah, hani temsil diyorum, yüksek makamlara verilen arzuhallerde usul olarak kullanıla gelen ve bir saygı ifadesi olan “Büzürgvâr“ hitabının, “büyük büzük” ya da “pek çok değerli büzük” e dönüştüğünü ve söz konusu arzuhalin saraya arz edilmesi halinde neler olabileceğini düşünün. Yalnızca düşünün. Vesselam!

Kaynaklar:

  • Necip Fazıl, Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han, b.d yay. İst. 1997
  • Cevdet Kudret, Abdülhamit devrinde Sansür, Milliyet, yay. İst.1997
  • İsmet Bozdağ, Dünyada ve Türkiye’de Basın İstibdadı, Emre yay.İst.1992