Ölünceye kadar yakasını bırakmayacak olan telaşlı kuşkuculuğu, tedirginliği, hastalık derecesine varan güvensizliği ve olur olmaz korkuları, yataktan sıçrayarak uyanmaları buna bağlanıyor.
Yazık. Kadın kalfa Cevri’ye olmasaydı Osmanlı soyu iki yüz yıl önce tarihe karışmış olacaktı. İsyancıların sarayı basması ve Üçüncü Selim’i katletmeleri üzerine Cevri kadın o sıralarda 23 yaşını sürmekte olan Mahmut’u bir kilime sararak cariyeler marifetiyle çatıya kaçırmış ve soyun devamını sağlayan yolun önünü açmıştır. Mahmut, İkinci Mahmut olarak Alemdar Mustafa’nın gayretiyle tahta oturunca ilk iş olarak Alemdar’ı yanağından öperek kendine sadrazam yapmış, tahtını sağlamlaştırıp güvence altına aldıktan sonra da sadrazam katletme geleneği mucibince adamcağızı keyif sürmekte olduğu konağıyla birlikte havaya uçurmuştur.
Son Osmanlıdır. Soyu sürdürmek gerekiyor. Hakkını vermek gerekirse bu yolda epeyce çaba sarf ettiği anlaşılıyor. 17 adet karısı var Mahmut’un. Hünerli olmalı, İrili ufaklı, oğlan kız 36 adet de evladı oluyor. Abdülmecid bunlardan biri. 16 yaşında tahta çıkıyor. 1839’da çıktığı tahtta 22 yıl kaldıktan sonra çok genç yaşta, 38 yaşında ölüyor. Ölümü aşırı içki ve safahata bağlanıyor. Bunca içki ve safahata rağmen 12 artı 9 karısı olmuştur. Böyle yazmamın nedeni 12’nin “kadın efendi”, 9’nın “ikbal” sınıfından olmasındandır. Günübirlik cariyeler hesap dışıdır. 18 erkek 24 kız olmak üzere 42 adet çocuğa babalık yapmıştır. Bunlardan dört tanesi padişah olmuştur. İşte Abdülhamit bunlardan biridir. Tahta en uzak olan şehzade iken tahta oturan amcası Abdülaziz’in intiharı, sonra yerine geçen abisi Beşinci Murat’ın delirmesi üzerine 1876’da tahta geçmiştir. Yakın ataları gibi kadınlara düşküncedir. 8 kadın efendi, artı 5 ikbal, artı 3 gözde edinmiştir. 8’zi erkek 13’ü kız olmak üzere 21 evlat sahibi olmuştur.
Annesini kaybettiğinde beş yaşında bir çocuktur Abdülhamit. Sarhoş bir baba, kimi eşikte, kimi beşikte onlarca kardeş, odalara girip çıkan sayısız üvey anne ve yine üvey anne olmaya aday sayısız cariye, hadım ağa, hizmetli… Bir curcuna içinde kendi halinde yaşayıp gitmektedir öksüz küçük Abdülhamit… İslam Ansiklopedisi’nin yazdıklarına göre çocuğun sağlıklı gelişiminde önemli bir etken olan anne sevgisinden mahrum büyümüştür. Tahta çıkma olasılığı hayli düşük olduğu için de saray halkının fazla yüz vermediği bir şehzadedir.
Hemen bütün Osmanlı hanedan mensuplarında görülen amca, kardeş, kuzen katliamlarının kanlı hikâyelerinin yarattığı asap bozukluğunu ve taşikardiyi saymazsak, çocukluğunun bütün olumsuzluklarına karşın normal denebilecek bir gençlik sürdürdüğü söylenebilir. Gençliğinde Ziya Paşa, Namık Kemal gibi kendisinin çok sonradan “sapık planlar peşinde koşan reziller” olarak tarifleyeceği meşrutiyetçilerle konyak ve rom içerek vakit geçirdiğini ve de onlarla aynı fikirde olduğu anlamına gelmek üzere birlikte “uluduğunu” yazılanlardan öğreniyoruz. O dönemlerde “Türk musikisini hazin bulan bu nedenle de garp musikisini tercih eden”, kaytan bıyık, setre pantolon, kalıplı fes kendi halinde bir borsacı olduğu da yazılanlar arasındadır.
Amcası sultan Abdülaziz’in kanlı cesedini görmesi onun için sarsıcı ve sevimsiz olmuştur. Ölünceye kadar yakasını bırakmayacak olan telaşlı kuşkuculuğu, tedirginliği, hastalık derecesine varan güvensizliği ve olur olmaz korkuları, yataktan sıçrayarak uyanmaları buna bağlanıyor. O günlerde adı konulamayan bu belirtilere günümüzde “paranoid kişilik bozukluğu” deniliyor. Başlangıçtır.
Abisi Beşinci Murat, Abdülaziz’den sonra 1876’da tahta oturandır. Oturduktan hemen sonra delirir. Yazdım, mecazi anlamda değil, sahiden delirir. Temsil, kendisine güven mektubu sunmaya gelen elçileri şapur şupur öpmeler, huzuruna gelen paşaları gecelik entarisiyle karşılamalar, bahçede dolaşırken kendisini havuza atmalar… Üç aya kalmadan “İllet-i dimağiyeye müptela olduğu teşhisi” ile tahttan indirilir. İndirenler başta Mithat Paşa olmak üzere meşrutiyetçi aydınlardır. Kanuni Esasi’nin ilanı sözünü veren Abdülhamit tahta çıkarılır. Abdülhamit “Siyasi Hatıralarım” da bunu yazar ve “kurtlarla ulumuya” açıklık getirir:
“Mithat, Rüştü ve damat Nuri gibi kimselere nasıl itimat edebilirim. Üstelik bu son ikisi amcam Abdülaziz’in damadıdırlar. Bu adamlar bir taraftan ismime ‘ şevketlü’ unvanını ilave etmek için mübalağalı bir şekilde ısrar ederlerken bir taraftan da Kanun-i Esasi ile Osmanlı İmparatorluğuna medeniyet zaferini getireceklerini iddia etmeleri gülünç değil mi? Anlaşılan kurtlarla birlikte ulumak gerek. İyi de olsa kötü de olsa Meclis-i Mebusan’ı açmak ve Kanun-i Esasi’yi ilan etmek suretiyle ifa edeceğim vazifenin ehemmiyetine inandığımı göstermeliyim.” Gösteriyor.
Gösteriyor ama inanmıyor! İkiyüzlüdür. İkiyüzlülüğe “zekâ” diyenler de var.
Necip Fazıl bunlardan biridir. Abdülhamit’i tarihin karanlık dehlizlerinden çıkartıp yeniden piyasaya süren Necip Fazıl olmuştur. Necip Fazıl’a göre Abdülhamit huzuru ancak sayılarını yukarda verdiğim eş ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı evceğizin kapısını açtığında bulan, yorgun, dertli bir aile babasıdır. Necip “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han” adını taşıyan kitabında anlatırken ağlamaklıdır. Abdülhamit ekmek parasını kazandıktan sonra yorgun argın evine dönen bir aile babasıdır, insanın içi acır:
“Belli başlı kadın efendiler ve gözdeler ve onlardan belli başlı şehzadeler ve hanım sulatanlar… Her türlü saray dalaveresinden uzak bir harem ve şefkat temelli bir aile kadrosu… İmparatorluğun bütün yükünü çeken omuzları eğik, adeta tayfunlu bir denizden limana sığınırcasına bir an için rahatlık imkanını aile kucağında bulur ve yemeklerini çoluk çocuğuyla beraber yer…” Bu Abdülhamit’tir.
Güzel. Ancak ailesine bu kadar düşkün olan Abdülhamit’in bir ara şeytan tarafından dürtüldüğünü yine Necip Fazıl’dan öğrenmek durumunda kalıyoruz. Flora Kordiye, Belçikalı, yazılanlardan anladığımız Flora’nın “melankolik bakışlı, esmer Türk Prensi”ne vurulmuş olduğudur. Necip’in yazdıklarından sürdürecek olursak, Abdülhamit aradığı “saadeti”, şimdi burada ne demek istediğini anlamadım ama tam olarak şöyle yazıyor, “huzur ve teselliyi ehli kitap, yani tam helal (bu) zevcesinde” buluyormuş!
Devamı var ve devamında Belçikalı sarışın kızın “kaytan bıyıklı, melankolik bakışlı, esmer Türk Prensi’nin telkini altında “olduğunu öğreniyoruz. Flora Kordiye moda giysiler satan bir mağaza işletiyor. Politikacılar, elçilik çalışanları, gazeteciler mağazanın müdavimleri… Bunların neler konuştuklarını, kimlerin kimlerle bağlantıda olduğunu öğrenmek istiyor “kaytan bıyıklı prens. Önce sadrazam yapıp sonradan sürgünde boğdurduğu Mithat Paşa’nın “çevirdiği dalavereleri” de, artık nasıl olmuşsa bilinmez, Necip Fazlı’nın demesine göre Flora’dan öğreniyor. Flora Kordiye Abdülhamit’in bilinen ilk hafiyesidir.
İstibdat Devri diyoruz. Hafiyelik çağıdır. Abdülhamit’in meclisi kapatıp anayasayı ilga ettiği 1878 yılının şubat ayından başlatıyoruz. Çok korkuyor. 20 Mayıs 1878 kırılma noktasıdır. “Ali Süavi keratası”nın Abdülhamit’i indirip Beşinci Murat’ı yeniden tahta çıkarmak amacıyla düzenlediği darbe girişimi, adamcağızın zaten genetik olarak yeterince bozuk olan sinir sistemini tamamen harap ediyor. Bir süredir kendini kilitlediği Yıldız Külliyesi’ndeki sarayından artık sadece Cuma Selamlığı için havalandırmaya çıkabiliyor… Eksik oldu, şöyle, senede iki kez de dini bayramlarda Topkapı’daki “kutsal emanetleri” ziyaret etmek için Yıldız’dan ayrılabildiğini öğreniyoruz dönem tarihçilerinden. Çok korkuyor. Artık “Paranoid kişilik bozukluğu” denilen illet yakasına yapışmıştır. Yalçın Küçük, Tahsin Paşa’nın “Abdülhamit-Yıldız Hatıraları”ndan aktarıyor:
“Sultan Hamit bana henüz çıkarılmış büyükçe bir diş ile kerpeten gösterdi (…) İşte ben bu kerpetenle bu kocaman dişi kendim çıkardım dedi.(…) Sultan Hamit’i bu tarzda harekete sevk eden sebep dişçi elinden iğrenmesi veya gayri sıhhi bir kerpetenin vereceği zarardan hazer etmesi mülahazası değildi; her ne olursa olsun muhafaza-ı nefis endişesi idi. Ağız ile boğaz arasındaki kısa mesafe kerpetenin ucuna zehirli bir madde sürülebileceği ihtimali onu bu ihtiyatkârlığa sevk ettiğine şüphe yoktu.” Korkuyor.
Bakar mısınız şu söylediklerine:
“Şu sarayın içi bile doktor, hainlerimizle dolu, her yan korku, her yan dümen; koskoca Padişah yıkanmak için hayvan gibi kafese girer, girer ki başı sabunlanırken biri gelip sırtından bıçaklamaya; ağız tadıyla bir taam bile edemez, önce biri tadacak ki alçağın biri zehir atmış olmaya.”
Her an “hal” edilme ve öldürülme korkusu ona devletin var olan istihbarat teşkilatının dışında, ondan tamamen bağımsız bir hafiyelik teşkilatı kurdurur. Abdülhamit bu teşkilat aracılığıyla bir yandan kendini korumaya alırken öte taraftan kendi korkularını halka aktarır. Herkes birbirinden korkar olmuştur. Çünkü herkes hafiye, herkes ihbarcıdır. Her gün binlerce, dil sürçmesi değil, evet binlerce jurnal Yıldız’a yağar. Artık iş çığırından çıkar, istibdat dönemi diyoruz. Bu aynı zamanda birbirlerine en yakın olanların, birbirlerini jurnallediği “kolektif paranoya” halidir! Başta mâbeyn-i Hümayun mensupları, sadrazamlar, nazırlar ve hanedan mensupları olmak üzere; valiler, pek çok memur, elçilik çalışanları ve tabi ki kul taifesi jurnal müsabakasında yerini alır. Abdülhamit mesaisinin hemen hepsini kendisine gelen jurnalleri okuyup düzenlemekle harcar. Uydurmuyorum, bu jurnallerin binlercesi 1909’da bizim çeteciler Yıldız’ı basıp padişahı alaşağı ettiklerinde bulunmuş ve kayıt altına alınmıştır. Kitabı var; Asaf Tugay, “İbret, Abdülhamid’e verilen jurnaller ve jurnalciler.” Kullandığım kaynaktır.
Özetle Abdülhamit’in 30 yıllık istibdat dönemine bir tarih dönemi olarak jurnaller dönemi de diyebiliriz.
Şimdilerde Abdülhamit konuşuluyor tartışılıyor ya, kaptırdı mı kaptırmadı mı diye. Yani toprak diyorum… Kaptırdıklarını sayabilirim. Hadi, Kıbrıs’ı saymıyorum İngilizlere verdiği hediyedir. Peki şunlara ne demeli Bosna, Hersek, Tunus, Mısır, Bulgaristan, Karadağ, Sırbistan, Romanya, Girit, Kars, Ardahan, Batum… Bir de Duyun-u Umumiye var. Osmanlı maliyesinin yönetiminin Avrupalı ve Galata Bankerlerine teslim edilmesidir. Osmanlı borçları bu daire aracılığı ile ödenmiş olup son taksitin tarihi 1954’tür. Bu ödemenin içinde Abdülhamid’in borsacısı olarak bilinen Banker Zarifinin aldığı yüklüce bir komisyon karşılığında sağladığı kredi de vardır kuşkusuz.
Tamam ama yine de kaptırdı mı kaptırmadı mı, Duyun-u Umumiye şu, bu, bakış açısına bağlı olarak değişebilir. Şöyle; “Abdülhamit, dünya durdukça şanı yürüsün, doğrudur 1876’da padişah oldu ama 1882’den önce olup bitenlerden sorumlu tutulamaz. Zira kandırılmıştır!” denilebilir. İşte buna itiraz edilemez. Bakış açısıdır.