Ar Damarı

Kılcal olanını metreye vurmaya kalksan 40 bin metreye kadar eriştiği söyleniyor. Artık nasıl ölçmüşlerse bilemem. Bunun “atar” olanı “toplar” olanı da var. Hayati önem taşıdıkları da saydıklarımın ilavesi olsun.

Eskiden, eskiden dedimse hani şöyle 20-30 sene önce belalı bir işti tıkanan damarlarla baş etmek. Şimdilerde kolayladılar anladığım kadarıyla kesip,biçip, açıp, ekleyip, hatta yenisini imal edip kalp havzasına kanın pompalanmasını sağlıyorlar. Ne güzel.

Tamam güzel de ardından gelsin yasaklar. Hani derler ya biri giderken öbürsü geliyor. Öyle değil işte... Biri gitmediği gibi yenisi peşine beş on adet “yasak” daha takmış sürü-sepelek bir vaziyette zuhur ediyor.

Pek sevimsiz olduğu açık. Onlarca yıllık o nefis “kötü alışkanlıklar”dan ayrılmak elbet biraz koyacaktır adama. Yine de “yasaklar”, daha beterinden sakınmanın bir yolu olarak benimsenmeli derim ben.

Yani damar hastalıklarından korunmanın ya da yakayı kaptırsan bile onartıp az da olsa sakınarak onunla birlikte yaşamanın yolları var. Deminden beri anlatmak istediğim budur.

Ancak bir damar daha var ki...

***

İnsanın en güzel yanlarından biri, yalan söylediğinde yüzünün kızarmasıdır derdi annem. Her defasında, sanki yeni keşfetmiş de, keşfinden pek memnun ki “o kırmızlık var ya o kırmızılık...” diyerek sürdürürdü... Anlardım... Yine damardan girecek... Girerdi ve o kırmızılığın Allahın biz insanlara verdiği en değerli süs olduğunu, yüzü kızarmayanla baş etmenin güçlüklerini sayardı...

***

Bunların yüzleri..

***

Avşar kadınının hikayesini bilir misiniz? Anadolunun başka halklarına da uyarlandığını bilmekle birlilkte, hikayenin çıkışı Çerkeslere dairdir. Biliniyor, Anadolumuzun fukara insanları fasulyemin dikmesini senin oğlan kırıp değnek yaptı, yok danan bostanımı yedi, yok itin itime daldı deyip arada birrbirlerine girerler. Bu gerçeğin bir sayfası ise ince takılmalar, minik cırmıklamalar, sevimli sataşmalarla ve birbirleriyle ilgili “uyduruk” hikayelerle karşılıklı gülüşüp yarenlik ettikleri de gerçeğin öteki sayfasıdır. İkinci sayfanın daha çok, farklı kökenden gelen halkların karşılıklı sevimli sataşmalarıyla bezeli olduğunu da ilave etmeliyim.

Her neyse Çerkes sürgünü sonrasında Avşarların “yaylak” olarak kullandığı Kayseri/Pınarbaşı/Uzunyayla’ya iskan edilen Çerkeslerin atlarıyla Avşarların koyun sürüleri birbirine girip iki halk arasında “niza” çıkınca pek çok tatsız olayın yaşandığına, yakın tarihimiz tanıklık etmiştir. Canı yananlardan, yandığı için de Çerkeslere “çapraz” bakan, fırsatını bulduğunda alttan alta “laf sokuşturan” Avşar kadını Uzunyayla’da bir köyden başka bir köye yayan yapıldak giderken geceye kalmamak için önüne çıkan ilk evin kapısını çalmış... Alın size tanrı misafiri...

Avşar kadını dillerinin çarpaşıklığından ev sahiplerinin Çerkes olduğunu anlamış ama, adımı da atmış olmuş eşikten içeri... Yüzgeri etsen olmaz...

Hoş-beş, izzet ikram... Ev sahibi Çerkes “seni Allah yolladı” demiş, ”cenazemiz var, siz Avşarların pek güzel ağıt yaktıklarını duyduk, acılıyız... Ağıtsız imkanı yok bacım seni bırakmayız... Gözünü severiz bize şöyle kuvvetli bir ağıt...”

Avşar kadın hık-mık etmişse de bakmış yakasını kurtaracağı yok, ”he” demiş, “yakayım bari”:

Ağıt dediğin uzun olur. O da uzun tutmuş.

Çerkesler yarım yamalak Türkçeleriyle ağıtın sözlerini anlamamakla birlikte, Avşar kadının hüngürtüsüne ve deviniminin şiddetine göre kendilerini ayarlayıp inceden sızlanmaya, hafiten burun çekip dövünmeye başlamışlar...

“Ne deyim de ne ağlayım

Ölü bizim olmayınca

Birer birer tükenir mi

Kırkar kırkar ölmeyince..”

Al işte... Avşar kadının dövünmesini pek samimi ve içten bulan Çerkeslerin çığırışlarının az duyulur kendi halinde bir sada olmaktan çıkıp, muzdarip bir feryada dönüşmesi işte bu dörtlükte başlamış. Hele de son iki dize: “Birer birer tükenir mi/ Kırkar kırkar ölmeyince..”

***

Kürsüdeydi..

Ağlıyordu..”Birer birer tükenir mi/Kırkar kırkar ölmeyince...” Şimdi ötekiler başlayacak demeye kalmadan muzdarip feryad Bülent Arınç’tan geldi.

Ne yalan söylemeli, adam safi hüzün, dokunmaya gelmiyor. Ağlama seansı ilkin kürsüden verilen “fırt” işareti ile başlıyor. Ben artık meseleyi kavradığım için ne zaman grup toplantıları olsa teve’nin karşısına geçer karımla bahsimi tutuşurum: Ya ağlayacak ya ağlatacak var mısın bahse?

Başbakan başlar “İstanbul’u dünya kültür başkenti yaptık...” Gözlerim Arınç’ı arar... Arınç ağlıyor...

”Topkapı Sarayı Müzesi Kutsal Emanetler bölümünü açtık, daha önceki hükümetler bunu hayal bile edemezdi...” Arınç ağlıyor...

“Açılışını yapmakta olduğum pastırma üretim fabrikası...” Arınç yerlerde yüzünü gözünü paralıyor... Peşinden ötekiler...

Çok bahis kazandım sayelerinde...

***

Ancak son cemaat tolantısında yakılan ağıt şakaya vurup geçiştirilecek türden değil.

Değil çünkü gözümün önünden hiç gitmeyen, gece üstü açıldı mı diye yoklanacak yaşta olan, oğlum koşma terleyeceksin denilecek çocukluktaki Erdal’ı, o güzel çocuğu, kemik yaşını büyüterek asan zihniyetin -elinde Kuran, dilinde ayetler, meydanlarda “anayasaya evet” nutukları atan ziniyettir sözünü ettiğim- onun açtığı yolda ikbal bulup hükümran olanlardır bu ağıtçılar. Ağıtları “Kırkar kırkar” kırılmadığımızadır..

***

Yetişemediği için ağlayamadığını, parti grup toplantısına katılabilseydi nasıl da feryat edeceğini söyleyenler bile oldu.

Bunların yüzleri kızarmıyor.

Anladım güzel annem bunlarla işimiz kolay değil. Çünkü bunların ar damarı hiç yok..