Saidi Nursi'nin Ön Dişleri Seyrek Alnı Açık

“Elbette Allah benim soyumdan ön dişleri seyrek, alnı açık, yeryüzünü adaletle dolduracak, malı verdikçe verecek bir zat gönderecektir..” (El-Havilil fetava, 2/63-64, Burhan Bozgeyik, Said Nursi, Risale yayınları 1995, sf.361)

Bu bir hadistir.

Hadiste sözü edilen zat da kıyamete yakın dünyaya zuhur edeceğine inanılan Mehdi’dir.

Şu da bir resim. “Şu” dedim ama resmi buraya aktarma olanağına sahip olmadığım için yapacağım tarifle yetineceksiniz:

Said sarığını arkaya doğru atmış sırıtıyor. Evet, alnı açık ön dişleri seyrek!

Alnının açıklığı, ön dişlerinin seyrekliği meşakkatli yaşamının doğal sayılabilecek deformasyonları olduğunu düşünenleriniz olacaktır. Ama değil.. Molla Said’in ya da müridlerinin deyişiyle Bediüzzaman’ın fıtratına uygun biçimsel şekillenişi öyle olması gerektiği için öyledir. Yani “vehbi” dir.. Tanrı vergisi..

Buraya kadar peki. “Peki” de Risale-i Nur’lara ne demeliyiz. Bu bir soru.

Yanıtı var ve şöyle:

“... Ancak Risale-i Nur eserleri okunduğunda görülecektir ki bu eserler mücerret bir ilmin mahsulü olamaz. Zira bu eserler telif edildiğinde Bediüzzaman’ını yanında Kuran-ı Kerim’den başka hiçbir kitap bulunmamaktaydı. Üstelik bu eserlerin tamamına yakın kısmı şiddetli hasta olduğu bir sırada, dağda, kırda, bayırda yazılmıştır. Bediüzzaman süratli yazıya malik olmadığından, yani yarım ümmi olduğundan, kendisi söyler, talebeleri yazardı...” (B. Bozgeyik, sf. 14)

“Ümmi”, okuma yazma bilmeyen kara cahil demektir. “Yarı ümmi” ise tarifi ikiye, yarı yarıya bölersek ya “okuma” bilip “yazma” bilmeyen ya da “yazma” bilip “okuma” bilmeyen anlamına geliyor görülse de, ikinci yarım, yani “yazma” bildiği halde okuyamaması olanaksız olduğuna göre, “yazma” bilmemesi daha akla yatkın görülmektedir. Karışık oldu ama böyle bir anlatım kendini dayatıverdi. Bunu üç gündür okumaya çalıştığım Risale-i Nur’un Lem’alar’ındaki bozuk-düzen’e yorarak hoşgörün artık!

Bence “yazma”yı hiç bilmiyor. “Yazma”sı hiç yok. Tam da bu nedenle yanında hep bir “yazıcı” dolaştırıyor. Dağda, kırda, bayırda yazıcıyla dolaşıyor. Aklına eseni yazdırıyor. Aklı da daha önce sınanmış hazretin. Baksanıza, daima “Cennetmekan” ve “veli” olarak anıp “Şefkatli Sultan” diye yücelttiği, kendisine karşı da muhabbeti olduğu bilinen Sultan Abdülhamid’in bile şurasına getirmiş.

Molla Said’in “Avrupa bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak Osmanlılar da Avrupaya hamiledir, o da onu doğuracak” diye vaaz vermeye başlaması üzerine bu ilişki biçimini hayli tuhaf bulan ve rasyonal bir zemine oturtamayan Abdülhamid, Molla’nın tamamen delirdiğine kanaat getirmiş olmalı ki pek yerinde bir kararla onun tımarhaneye tıkılmasını uygun bulmuştur.

1907’ de tıkıldığı tımarhanede bir yıl kadar kaldığını öğreniyoruz. “Aklı sınanmış” dediğim budur.

Müridleri tımarhane macerasını, Abdülhamid’e verdiği dilekçe ve kendisine verilmek istenen “ulufe” yi reddetmesine bağlarlarsa da benim buna inanmam olanaksızdır. Daha doğrusu bunun aslı yok. Doğrusu, elbette ve bence, aklının daha önce sınanmışlığına açıklık getirmek için yazmış olduğum ara saptama, ara notta olduğu gibidir.

***

Cehaletin kutsandığı tek din müslümanlık olmalı demeye dilim var mıyor ama, şu Mehdi’nin haline bakın? O da ümmi ve kutsanıp müjdeleniyor! Fiziksel özellikleri hadis kanalıyla biz insanlara müjdelenmiş: Alnı açık ve dişleri seyrek ve ümmi..

Bediüzzaman Molla Said’in dişlerini kırıp alnını traşlamamışlarsa, yani sahiden böyleyse buna bir de “ümmi”liğini ilave edersek alın size Mehdi!

Gerçi kendisi kabül etmiyor Mehdiliği. “Ben Mehdi’nin ‘pişdar’ıyım, (öncüsü, teşrfatçısı, yol göstericisi) Risale-i Nur da onun uygulayacağı programdır” (B.Bozgeyik, sf.377) deyip tevazu göterse de müridleri Mehdi olduğu hususunda inançlı ve ısrarlıdırlar. Said-i Nursi’yi anlatan bütün kitaplarda bir adet sırıtan ve sarığını arkaya doğru atmış fotoğraf ile birlikte bir de Mehdi tanımı yapılmasının hikmeti budur.

Ben de ısrarlıyım ve katiyen elimden kurtulamaz, inanıyorum, Said Mehdi’dir.

***

Cezaevinde yatarken namaz vakitleri kilit üstüne kilit hapishaneden dışarıya sessizce sızıp farzını camide kıldığını, sonra kilit üstüne kilit hapishaneye dönerek sünnet için hücresinde secdeye durduğunu okuyan biriyim (B. Bozgeyik, sf.204). Her iki duruma, yani “çıkış”a ve “giriş”e tanıklık eden cezaevi savcısının gördüklerine inanamayıp “Allahuekber”, şakkadanak düşüp bayıldığını tahayyül etmek de zor olmasa gerek.. Kısaca onun Mehdiliğine inanmamak için hiçbir neden yok derim ben!

***

Kaç gündür koca koca adamlar, aralarında tarihçiler de var, ağız dalaşı yapıp tartışıyorlar:

Said, Mustafa Kemal Paşa’yı azarladı mı?

Tarih okurken ardına, önüne, sağına, soluna bakmazsan böyle tuhaflıklar ortaya çıkar işte. Ardın, önün, vs’den kastım okuyanın arada bir kafasını kaldırıp yanına yöresine bakınması değil elbet. Okuduğunun kuşattığı çevre ve o çevredeki diğer yaşanmışlıklardır kastım.

Okuduğunun ardına, önüne, sağına, soluna bakmazsan 1922 yılının kasım ya da takip eden herhangi bir ayın herhangibir gününde bir adamın Mehdi dahi olsa, Mustafa Kemal Paşa’nın karşısına geçip namaz, niyaz, oruç, hac, umre vs. temalı azarlamaları hayal dahi edilemez. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi buna “evet azarladı beni kerata” dese dahi bu “evet” olsa olsa kendisinin tarihe az çok “demokrat” olarak geçme isteğinin bir tezahürü olarak yorumlamanın da hiçbir sakıncası olmayacaktır.

Çünkü Mustafa Kemal Paşa 1922 yılının kasım ayında, yani zaferden iki ay sonra, “demokrat” gözükmek gibi bir sahteliğe gereksinim duymayacak kadar yerini sağlamlaştırmıştır.

Kasım ayı başında, bir kasım olacak, saltanatın kaldırılmasına dair kanun teklifi görüşülürken, Said kılıklı sarıklıların mırın kırın edip seslerini yükseltmeleri üzerine sandalyeye çıkıp, “kellenizi koparırım” diyen Mustafa Kemal Paşa’nın bir meczubun laflarının altında kalıp boyun eyeceğine inananların ya kendileri de meczuptur ya da topyekün zır ümmidirler.

***

Yıllar sonra böyle bir tuhaflık Nevzat Tandoğan için de yapılacaktır. 1929 yılında Ankara Valiliği’ne atanan ve ölünceye kadar (1946) bu makamda kalan Nevzat Tandoğan’ın odasında, sarığını çıkartması istenilince, “bu sarık bu başla birlikte çıkar” diyesiymiş hazret!

***

Uyduruyorlar..

Tarih okurken, okuduğunuzun yanına yöresine bakacaksınız!

Valiliği boyunca Yenişehir Semti’ne adeta nizamiye kapısı kurup, kasketli köylü dahi sokmayacak kadar “bela” bir adamın makamına sarıklı cübbeli birinin değil girmesi, valilik binasına sokulması bile mucizedir.

Hadi diyelim ki sızdı!

Demez olaydım.. İkinci gün gazetelerde kayıp haberi: Said’in Gaybubedi..

***

Şimdi kayıp bulundu... İklim uygundur... Diriltmek istiyorlar...
İzlemedim, sinema için filmini yaparak başlamışlar işe.

***

Her neyse, “Zamanın en büyüğü” Said’in iki sözünü aktararak bitiriyorum. Anlayamadığım sözlerden ilki şu:

“..Erkek sekiz dakika zevk için sefahate girse ancak sekiz dakika kadar bir şey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahatteki zevkin cezasını sekiz ay ağır bir yükü karnında taşımakla (..) yüz derece fazla cezasını çeker.” (Aktaran Fahri Güven, Milli Gazete, 11.12.2010)

Sekiz!

Niye sekiz? İşte bunu anlayamadım!

İkincisi ise gayet anlaşılır bir şekilde formüle edilmiş bunu da aktaran F.G. ve tabii ki “Zamanın en büyüğü” nden :

“Sizin hanenizdeki masum evlatlarınızla masumane sohbet, yüzlerce sinemadan daha ziyade zevklidir..”