Haydi Demokratikleşelim

Anayasanın 1’inci derecede “sit alanı” olarak tarifleyip ilan ettiği alanlara girmenin bilebildiğim kadarıyla iki yolu vardır. Birincisi, sadece yürütmenin değil, Meclisin kahir ekseriyetinin kararı gerekir. Bu da da yetmez Meclis dışında yer alan diğer demokratik kurum ve kuruluşlar ile sokaktaki adamın “hassasiyetinin” de gözetilip kıvama getirilmiş olması gerekir. Bu da yetmaz, Anayasayı korumaya yeminli olup fevkalade ikna edici araç ve gereçlerle donatılmış “iyi saatte olsunlar”ı da şerbetleyip “konsensus” a dahil edilmesi gerekir.

Bu “konsensus”un en azından öngörülebilir bir vadede gerçekleşmesinin imkansızlığı ise içinden geçtiğimiz şu günlerde tarafların açıklamalarından ve şahbaz duruşlarından net bir şekilde anlaşılmıştır. Çok sayıdaki “gerekir” in birincisi olan Meclis ayağı bile topaldır. Açıktır, birinci yol boşuna debelenmekten başka değildir.

Anayasanın 1’inci derecede sit alanı ilan ettiği alana girmenin ikinci yolu, iktidarı birilerine, hatta birçoklara rağmen, bağırta ağlata ele almaktan geçer. İster Enver usulü Babı Ali baskını, ister Resneli usulü “ya devlet başa ya kuzgun leşe” Makedonya Dağları...

Bu ikinci yolu, yani bağırta ağlata yolunu çeştilendirmek elbette mümkündür ben sadece dervişin zikri misali fikrimden hiç çıkmayan iki usule işaret edip geçiyorum.

Yalan mundar, her iki usulünde pek çok değerli yanları vardır.

Ele geçirdikten sonra hüküm sizindir.

Anayasanın 1’inci dereceden sit alanı ilan ettiği alanı zaptettikten sonra ötesi size kalmıştır. Bağırta ağlata yeniden düzenlersiniz. Evet, sevimsiz ve tatsız gibi gözükse de bunun böyle olduğu birazcık tarih bilgisine sahip olanlar tarafından pekala bilinir.

Bu kadar açık ve net olarak yazdığım için yeterince sevimsizleştiğimi varsayarak bu “bab”a dair son cümlemi de kurup iyiden iyiyiye batağa saplanayım bari. O da şu:

Sit alanına girmeye teşebbüs edip de, teşebbüs safhasını geçemeyip o noktada kalanların hikayesini öğrenmek için, Talat’ı okumalarını öneririm. Paşa olanı değil, daha yakın tarihte ki Albay olanıdır sözünü ettiğim..

Sit alanına girmenin bu iki yolun dışında başkaca bir yolu olup olmadığını ben bilmiyorum..Bu durumda bırakın girilmesini, girilmesi dahi teklif edilemeyecek olan alanlarda patırtı çıkartıp demokratikleşme türküsünü en olmayacak vezinden başlatmış olmalarını asla samimi bulmuyorum.

Olmayacak vezin derken kastım şudur: Devletin kurucu unsurlarına yeni ilavelerin yapılması, ana dilde beşikten mezara eğitim, Anayasada kurucu ögenin adının çıkartılması, resmi dilin Türkçe olduğu vurgusundan vazgeçilmesi vs. bunlar sit alanı içine girer.. Ancak ve ancak Kürtlerin ve Türklerin ortaklaşa örecekleri bir mücadele sonunda kuracakları yeni ve güzel ülkenin eşitlikten özgürlükten yana çocuklarının diliyle kurulabilir bu ortak vezin. Kurmanın yolu da “ateş hırsızlarının” sit alanını zaptından geçer.

Bizim oralarda iş yapmaya gönlü ve niyeti olmadığı halde ortalıkta iş yapıyormuş gibi dolananlara edilen pek güzel bir laf vardır... Biliyorum,söylemesi ve yazması ayıp olmaya ayıp da, ne yaparsın şurama geldi işte. Bir defaya mahsus yazayım bari : “Onun meramı kalaycılık değil göt çalkalamak ..”

Gençler bilmez. Bilmemeleri de gayet normaldir. Çünkü epeyce geride kalmıştır bu meslek. Erbapları da çekip gitmişlerdir yeni düzenin kap-kaçaklarının farfaracılığını görünce. Hani bilmeyenler şöyle kenarından da olsa fikir sahibi olsunlar diğe yazıyorum... Kalaycılık eskinin ince mesleklerindendi. Çelik, alüminyum, krom mutfağa girip kovalanmadan önce mutfağın padişahı bakır kap-kaçaklar idi ve yılda en az birkaç kez kalaylanıp, aklanıp paklanması gerekirdi bunların. Bakır kap-kaçaklar önce ısıtılır sonra ince kumla iyicene ovalanır ardından kalaylanırdı. Kazan, tepsi, sini gibi büyük kapların kumla ovulması ise çıplak ayakla yapılırdı. Bu ovalama işnde vucudun belden aşağı kısmı sağa sola çalkalanırdı. İşte bu laf burdan mülhemdir.

Her neyse muradım mesleğin teknik ayrıntıları değil de lafın “popo” ile kalaycı arasındaki bağlantısına işaret etmek idi. Maksat hasıl olduğuna göre şimdi şu soruya geçebilirim. Önce “Kürt açılımı” sonra “demokratikleşme” sonra da “milli birlik projesi” adı verilen, şimdilerde ise ne ad alacağı bilinmeyen bu “Zihni Sinir Projesi”ne işin kolay yönünden niçin başlanmıyor? Hiç bir risk taşımayan, toplum katından da da onay alıp alkışlanacakları şu minicik “demokratik açılım” adımlarından başlasak pek şık olmaz mı? Haydin bakalım attaa: Bir, seçim barajını kaldıralım. İki, partilere bol keseden devlet yardımını iptal edip bu güne kadar verilenleri de geri alalım. Üç, parti binalarını kamulaştıralım..

Bu adımları atmazlar. Çünkü bunların gönülleri yok. Çünkü bunların meramları kalaycılık değil..

Şimdi Meclis açıldı... Göreceğiz...

Her değerli söz bizim oralardan olacak değil ya canım.Bu da Çorum Mecitözü’nden olsun: “Donsuzun gönlünden dokuz top bez geçermiş...” derler Mecitözü’nün ihtiyarları.. Yokluk kaynaklı zikire ve buna bağlı hiç akıldan çıkmayan fikre işaret eder bu değerli söz! Şimdi o hesap, bunların paketlerinden “bez” çıkmazsa ki ama başları için, ama kıçları için bilemem dilediğiniz yerde marzıman eşeği gibi anıracağıma söz veriyorum.