Efendiler Bu Serpuşa Şapka Denir

Gardırobunu donatırken renk sınırlaması nedeniyle “kreasyonu” nu özgürce çeşitlendiremeyen Osmanlı tab’ası, 2.Mahmud’un 3 Mart 1829’da yayımladığı fermanı ile keyfe geldi.

Her dini cemaat için ayrı ayrı belirlenen ve belirlenen renge uymayanın yere sırt üstü yatırılıp, ayakları havaya dikilip köteklenmesine dair öteden beri süregelen hüküm, Mahmud’un bu fermanı ile battal oldu.

Oldu da, yapmış olduğu “açılım” ile kullarının renk seçimini keyiflerine bırakan Mahmud, sıra tarz ve tasarıma geldiğinde, yani stil açısından demek istiyorum, trendi belirleme hakkını ata yadigarı bir hak olarak elinde tutmayı sürdürüp “kırmızı çizgileri” aynen korudu: Stil benden sorulur..

Temsil yenilikçi padişah “trend” olan kavuğu ve sarığı yasaklama cesaretini gösterip, hayırlı bir işe soyunurken, bu defa “fes’i stil olarak işaret edip, milletin başını yaktı!

Fes “püsküllü bela…”

Günümüzde de dolanımda olan bu değimin kaynağı Mahmut’dur...

“Püsküllü bela” zira püskül denilen lanet bir türlü şöyle tel tel dağılmadan, her teli bir o yana bir bu yana dalgalanmadan şakülünde durmaz ki, en ufak esintide de, salkım saçak Bektaşi bıyığı mübarek!

Fes iki ayda bir bilemedin ayda bir kalıplansa iş görür ele güne karşı sahibinin başını yere eğdirmez ancak, püskül değince duracaksın. Her gün, haydi bilemedin gün aşırı itina ile tarayıp nizam vereceksin. Boşuna edilmemiştir “meslekleri icat eden ihtiyaçtır” lafı. İşte tam da bu nedenden ötürü o günlerde yeni bir mesleğin doğduğunu, “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adını taşıyan kitabında müjdeler Bernard Lewıs. O da vakanüvis Lütfü’den alıntılamış bu muştuyu:

“ Şu ana kadar, düzenli birliklerin ve devletin genel olarak tüm hizmetkarları ve tebaasının feslerine taktıkları püskül bükülmemiş ipekten yapılmaktaydı. Rüzgar,yağmur ve benzeri nahoş etkilerin yol açtığı zarar nedeniyle püsküllerin her gün taranması kaçınılmaz bir mecburiyet haline gelmişti.Püskülleri taramak için çoğunlukla Yahudi oğlanlar bugünün ayakkabı boyacıları gibi sokakta,çarşıda ‘Püskülünüzü tarayalım’ diye bağırarak dolaşırlar bu yolla para kazanırlardı...”

Düşünüyorum da şimdilerde olmalıydı ki fes , hay canını yediğim, tam da sırası “Püsküllerinizi taratın ,alın verin ekonomiye can katın ” şirinliği ile Başbakan gözümün önüne geliveriyor hani tv’de diyorum,fesini sağa yıkmış, göz kapakları düşük, bıyıkları Elhamdülillah, elinde şimşir tarak..

Her neyse, bununla oyalanmadan 1829’a dönelim. Mahmud’un fermanını “Osmanlı’nın yasağı üç gün sürer” hesabıyla “davulcu osuruğu”na yorup kulağının ardına atanlar “Muhakkak ki Allah ve melekleri Cuma günü sarık saranlara salat (selam) ederler, sarıkla kılınan iki rekat namaz,sarıksız kılınan yetmiş rekat namazdan efdaldir (faydalı)” hükmü uyarınca sabah namazı için sokağa çıktıklarında, ağaç dallarında sallanan sarıklı kelleleri görmeleriyle yüzgeri ederek ilk fırsatta birer fes edinmek üzere evlerine seyirtmiş olduklarını tahmin etmek pek de zor olmasa gerek.

Yöntemlerini hayranlıkla okuduğum ve keyifle benimsediğim yenilikçi Mahmud’un zarif davranışının, sarıklı takımının aptestini kaçırtıp namazlarını da “kaza”ya bıraktırdığını not olarak ilave etmeliyim... Ettim..

***
Sarığın yerine kafalara fes’i oturtmaya çabalayan Mahmud’un stil değişimi için attığı bu adım büyük bir öfkeyle karşılanmıştır. Şalvar,salta,potur, sözün kısası çakşır,çamaşır,urba değişimine sessizce baş eğenler sarık mesele olduğunda diklenip baş vermişlerdir...

***

1829’dan yuvarlak rakam 100 yıl sonra 1925’de İnebolu’da Mustafa Kemal,

“Efendiler bu serpuşun ismine şapka denir” derken, dönüşümün pek zorlu geçeceğini bildiğinden kuşku duyulmaması gerekir.
Kim söylemişti tarihin başöğretmen olduğunu?

Saltanatın kaldırılması, halifeliğin ilgası tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi devrim ve devrim denilebilecek bütün değişimlere karşı mırın kırın edip rıza gösteren sarık, tıpkı 100 yıl önce olduğu gibi ayaklanmıştır, Mahmud’un fesini de yanına katarak!

Tarih başöğretmendir!

“Arkadaşlar büyük bir açıklıkla söylüyorum. Korkmayınız, bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve mühim bir neticeye ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve mühim bir neticeye kavuşmak için lazım gelirse kurbanlar da verelim. Bunların ehemmiyeti yoktur. Mühim olarak şunu ihtar ederim ki, bu halin muhafazasında ayak direme ve tutuculuk, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak alışkanlığından kurtarmaz. Hanım ve bey arkadaşlarım! Size malumunuz olan bir hakikati kısa bir cümle ile tekrar arz edeceğim beni mazur görünüz. Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok amansızdır!”

Tarih başöğretmendir.

Mustafa Kemal biliyor.

Aktardıklarım Mustafa Kemal’in “Şapka Devrimi” kanununun kabulünden kısa bir süre önce, 28 Ağustos 1925 tarihinde, İnebolu’da yaptığı konuşmadandır. Hemen öncesinde ettiği söz ise tarihi bir değere sahiptir:

Efendiler bu serpuşa şapka denir!

Kavga sarık ile şapkanın kavgası değildir. Daha doğrusu kavga serpuş kavgası değildir. Kavga kavuğun,sarığın,külahın,fesin altındaki kafayla şapkanın altındaki kafanın kavgasıdır. Zihniyet kavgasıdır.

Tam da bu nedenden ötürürü Mahmud’un ağaç dallarına astığı sarıklı başlar ile Kemal’in “Üç Aliler Divanı”nın sehpaya yolladığı sarıklı başlar bir ve aynı zihniyetin temsilcileridir.

Sarık kafayı örten bir serpuştur...

Sarık soğuğa, sıcağa kara, yağmura karşı kafayı korur.

Öte yandan kafanın içinde olup dile getirilemeyen zihniyetin de dışavurumudur sarık!

Zihniyetler dünyasında moderniteye meydan okumadır sarık! Şeyhler, şıhlar, tarikatlar dünyasını sembolize eder..

Geçtiğimiz hafta 28 Kasım günü şapka ve sarığın giriştiği kavganın 84’üncü yılı idi.

Başınızı fesle sarıkla, şapkayla şişirmemin nedeni sessizce geçiştirilen bu günü anımsatmak içindir. Tarih başöğretmendir!