Bir Yılbaşı Yazısı: Füruzan Şekerşerbet: 3

Balkon demirine tünemiş bir ısırımlık boyunlarını tombul gövdelerinin içine çekmiş serçeleri, oturmakta olduğum sandalyeden izlediğimi bütün mahalleli bilir.

Son günlerde geceleri de, herhangi bir nedenle açık bırakılmış pencere ya da kapıdan kendimi balkona atmamın nedeni serçeler değil elbet. Onların gündüz gezgincileri olduklarını öğrenmemin üzerinden uzun bir zaman geçti. Benimkisi binlerce yıldır çok sayıda soydaşımın ölümüne neden olduğunu bildiğim halde bir türlü kendimi alamadığım, denetleyemediğim merak duygusu olmalı.

***

Merak, öğrenmenin ilk adımı ise genetik kodlarımıza işlenmiş bu duygumuzun eleştirilmesini hakkaniyetli bulmadığım gibi anlamakta da hayli güçlük çektiğimi söylemeleyim. Daha doğrusu ben anlıyorum da karşı sitenin bahçesinden her sabah birkaç kez ezilme tehlikesi atlattıktan sonra caddeyi aşıp, diğer sitenin bahçesindeki kuşları gözleyen ki bunu ben de makul buluyorum, sarmanın anlamadığı anlaşılıyor. Çünkü sadece kuş gözetlemekle yetinmeyip başka haltlar da karıştırıyormuş gibi geliyor bana.

Alt kat dairelerin pencerelerinden, tamam alt kattır bu da bir dereceye kadar aykırı görülmeyebilir ama, birader, ağaçların yüksek dallarından milletin ikinci, üçüncü kat balkonlarına sıçradıktan sonra yatak odası camlarına burnunu dayayıp gözetlemek sadece ve sadece öğrenme arzusuna bağlı soylu bir davranış olarak görülemez.

Bu hem biz kedilerin ölümünün meraktan olduğuna dair yaygın fikrin doğruluğuna işaret eder hem de, bu kadarı da fazla canım psikiyatrik bozukluğa girer. Düpedüz röntgencilik demek istiyorum. O durumda yakalanacağıma balkondan düşüp ölsem daha iyi vallaha. Ancak merak da etmiyor değilim bu adi, bu kadar büyük tehlikeyi göze alıp neyi gözetliyor acaba?

Çıt..

***

Al başına belayı. Beni daima “sevgili dostum” diye seven “kel”ciğimin, rahatımı sağlamak için tutuğu halde kendisini “kel” ciğimin eşi sanan kadın, balkon kapısını üstüme kilitleyip çekip gitti: Çıt..

Kapının camına arka ayaklarım üstüne dikilip birkaç pati atmama rağmen duymadı ya da duydu da duymazlığa vurdu, belki de ne olduğunu bilmem imkansız olan bir “halt” işledim ve ufacık aklıyla beni cezalandırmak niyetinde aman, sakın benden tamamen kurtulmak istiyor olmasın?

Zaten nicedir beni, başkalarından farklı kılan adımla değil de, mensubu olduğum cinsin genel adıyla çağırıp, özgün kişiliğimi yok saymaya, ufalayıp “aynılaştırmaya” çalıştığını anımsadım. Bu kadın bir süredir beni nasıl çağırıyor biliyor musunuz : Kedi...

Oysa benim bir adım var. Sevgili dostum pek sevdiği yazar Füruzan’ın adını vermiş bana. Şekerşerbet de ilavesi oluyor. Galiba yine bir romanda okuduğu, 1915 sürgünlerinden Ermeni bir kadının adımıymış neymiş..

Demek istediğim benim tam da kişiliğime uygun bir adım var.

***

“Kedi” sözcüğünü bir de emir kipiyle bitrmez mi? Tenezzül edip bakmazdım... Zarif bedenimi, her zaman oturup kurulduğum koltuğa vakur adımlarla taşıyıp tam teve’de reklamları izlemeye koyulmuşken ardımdan bağırırdı: “Biz kediye kedi deriz canım anladın mı?”

Hemen de kapar!

Hani şu füze kalkanı meselesinde, boyuna posuna bakmadan kendinden uzun mankenlerin peşinde zıplaya zıplaya dolanan Sarmony mi Sarkozy mi nedir, hani şu Fransa Cumhurreisi aklı sıra her şeyi adlı adınca adlandıracak ya, füze kalkanında hedefin İran olduğuna işaret ediyor hazret! Tabii ben hedefi uzun tüyleriyle asık suratlı İran kedileri olarak okuyorum!

Neymiş, kediye kedi derlermiş! Bizimki manken avcısından kapmış olmalı!

La havle vela kuvvete illa billah, sizinki de ardından güya lafı gediğine koymuştu: Van münit... Galiba peşpeşe olacaktı: Van münit, Van münit..

Değil... Bu daha eski bir şey... Sizinkinin, yani yeni biçilmiş çim bıyıklının “Biz de.., Biz de” diye eşli “okey” de bir “gösterge”, iki “joker” bulan üçün birinden emekli memur gibi fırladığını ve beni feci şekilde korkuttuğunu şimdi balkonda soğuktan donmak üzereyken net olarak anımsıyorum. Meğer yeni biçilmiş çim bıyıklı da kediye kedi diğenlerdenmiş!

***

Yani şimdi o kadın beni kilitleyip gitti ya, muradını da tam olarak çözebilmiş değilim de, şu balkonda kuyruğu titretirken “kel” ciğimin anlattıkları aklıma geldi ve beni bir gülme tuttu anlatamam.

Soğukta iyi de gelmedi değil bu gülme krizi. Tepinirken biraz olsun ısındım.

“Kel”ciğim “biz kediye kedi demeyiz, püssük deriz!” dedikten sonra gülünçlü birşey anlatmıştı.

Hani kendisi de Maraşlı ya, lafı oraya vurdurup, onca zaman geçmesine rağmen kendisinin bana bakılması için tutulduğunu bir türlü anlayamayan o kadına, beni balkon kilitleyen o zalime anlatmıştı, sanki çok anlar da!

Soğuktan aklımın yarısı gittiğinden, kalan yarısında kalan kadarıyla anlatayım: Maraş kırsalından bir köylü artık nereden esmişse İstanbul’a gelmiş. Lüks bir semtte aval mı aval dolaşırken, kucağında süslü püslü giydirilmiş bir kedi olan pek güzel, orta yaşlarda, dekoltesi yerinde, pek tatlı bir kadınla karşılaşmış. Kasketini geriye doğru atan bizim Maraş’lı gözlerini kadının dekoltesine dikip “Bacım püssüğün n’adar (ne kadar) da güzelmiş maaşallah” deyince, kadın hışım gibi dönüp fena halde azarlamış bizimkini: “O püsük değil, kedi!”

Bizim Maraşlı, iki gözüm, n’otsun (ne yapsın), kadının dekoltesinden gözlerini alamadan kızarıp bozarıp fısıldayarak söylenmiş: “Bacı n’adar da püssüğe benziyor!”

Demem o ki püsük kedinin Maraşçasıymış... Tek “s”yle yazılsa da iki hatta üç “s” kullanmadan da edemezlermiş benim sahibim olduğunu sanan “kel”ciğimin demesine göre.

***

Sahi nicedir ortalıkta görünmüyor benim sevgili “kel”ciğim... Yağmur da hızlandı. İster misiniz evde olmasın!

Nefret ediyorum yağmurdan.

İçerden dışarıyı izlemek güzel, ne ki tersi felaket. Bunun, beş bin yıldan beri yağan karla karışık yağmurun feci halde ıslattığı balkonda, beş bin yıldır kapının açılmasını bekleyen biri, yani ben, yani Füruzan Şekerşerbet tarafından bizzat yaşanarak saptanmış olduğunun bilinmesini isterim. Bu arada bilhassa “zaman” kavramının biz kediler açısından, göreceli felan değil somut, elle tutulur bir gerçeklik olduğunu da ilave etmeliyim. Bakalım, tamamen çektiğim acıların ürünü olan düşüncelerimde en küçük bir abartma bulabilecek misiniz?

Sizler bilemem ama bulacak biri varmış. Bana hizmet etmesi için tutulmuş o kadın beş bin yıl sonra kapıyı açtığında ne dese beğenirsiniz: “Aman Allahım üç saattir balkonda donmuştur zavallıcık!” İşte bu kadının “zaman”dan anladığı sadece bu kadar! Üstelik sadece “zaman” değil, “içeri-dışarı” farkının ayırdında olmadığı da gül gibi ortada!

***

Evet. Evde değilmiş. Kapı çalındı kokusunu aldım. Dur bakalım bunca trajediyi yaşayan “sevgili dostu”ndaki psikolojik ve fiziksel değişimin ayrıdına varacak mı?

Varmadı...

Varmadığı gibi bir süre sonra teve’de haber izlerken “dünyanın en pahalı benzinini, dünyanın en pahalı doğal gazını, dünyanın en pahalı telefonunu, dünyanın en pahalı elektriğini kullanıyoruz, dünyanın en pahalı etini yiyoruz” diyen yorumcuya dönüp, inanmayacaksınız ama yalansam “kaset vakası”ndan sonra CHP’nin kedisi Şero gibi itibarım sıfırlansın evet, yorumcuya dönüp ona “kedidir kedi..” diye cevap yetiştirenin benim sevgili dostumun ta kendisi olduğunu dehşetle gördüm!

Bıyıklarımdan başlayan bir ateş kuyruğumun ucuna doğru yayıldı. “Keşke” dedim kendi kendime “balkonda kalaydım beş bin yıl daha da bu anı yaşamayaydım.” Ya da yaşadığı eve çok değerli bir üyenin daha gelip katılacağını duyduğum kedi Osman’ın, yeni üyenin katılımı ile birlikte dama atılması mukadder olan pabucu olaydım da bunları işitmeyeydim!

Kalktım.

Zarif bedenimi vakur adımlarla taşıyarak yeni yılı karşılamak üzere başka bir odaya yöneldim.

Bu kadar.

Şimdi yalnızım...

Ama kırık dökük felan da değilim. Kesinlikle onların hakkından geleceğim... Bu yıl da böyle geçmiş olsun... Hepinizi sol patimle selamlıyor, büyük bir samimiyetle yeni yılınızı kutluyorum.