Başdefterdarı rakı içirip dört bacak etmişlerdi

Cumhuriyetle birlikte adı Maliye Bakanı oldu. Öncesinde, şöyle böyle iki yüz yıl kadar Maliye Nazırı olarak adlandırıldı. Onun öncesinde de Başdefterdar olarak geçer kayıtlara. Her dönemde ve devirde önemli olmuşlardır.

Osmanlı'da 1800’lü yılların başına kadar protokolde üçüncü adamdır Başdefterdar. Padişahın sofrasına oturabilen, sık olmamakla birlikte izinsiz geğirebilen nadir kişilerdendir. Padişahın malının mülkünün hesabını tutup kayıt altına alan Başdefterdarların çoğunun sokakta maalesef aynı hürmeti görmediğini, arkasını döndüğünde kendisine edilen lafların terbiye sınırlarını çokça aşmış olduğunu okuyoruz kayıtlardan.

Edilen terbiyesiz lafları alıntılamaktan kaçınmak isterdim. Ancak halkın genel olarak Defterdarlara yönelik hissiyatlarının ne olup olmadığını kuvvetli bir şekilde vurgulayabilmek için, bu lafların en “hafif” olanlarından birkaçını aktarmak, evet yüzümü kızartsa da zorunlulukmuş gibi geliyor bana. Koskoca Defterdarın arkasından edilen şu laflara bakın: “Godoş..Sakallı dümbük..Gebeş karga..”

Bu kadarla yetinseler ne gözüm!

Bir defasında şöyle bir dolanmak ve bir gün önce “arak” ve şarap ile tütüne yapılan fahiş zamların tepkisini ölçmek için çarşıya inen Başdefterdar, çarşı esnafının muhabbetli işmarını samimi temas isteğine yorup gedikli meyhanelerden birine girmiş, giriş o giriş...

Kitabına “Sonsuz, eşi ve benzeri bulunmayan kalımlı Tanrı’ya minetler olsun ki, insanoğlunun görünüşlerini türlü türlü yarattığı gibi iç yüzlerini ve huylarını da çeşit çeşit yaratmıştır...” diyerek başlayan tarihçi Mehmet Halife “iç yüzleri ve huyları çeşit çeşit yaratılmış” yürekleri suratlarından kara “çingen” takımının, Başdefterdar Efendiye yaptıklarını nefretle anlatır “Tarih-i Gılmani”de...

Demeye getirdiği Başdefterdarın önce şarap sarhoşu yapıldığı, sonra hayli hırpalanmış olduğudur. Buradaki “hayli”, “bir hayli” okunmalıdır. Çünkü yazılanlara göre sakalı kuvvetlice çekiştirilmiş, ardından karaciğer bölgesi pek de ince denilemeyecek bir sopa ile yine kuvvetli bir şekilde “yirmi’den ziyade” dürtülmüştür.

En beteri en sonraya bırakılmış, dört bacak edilen Başdefterdar, “yektir Allah yektir”, üç kez muntazam ve melodik bir sesle tekrarlandıktan sonra hoppadanak savrulmuştur..

IV.Murad’ın ünlü Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi’nin ak düşmüş mübarek sakallarının arkasına gizlenerek terennüm ettiği şu mısralara ne demeli? Birazdan aktarcağım mısraların Başdefterdarın zihnine çakılıp kaldığını mısraların uzun bir süre İstanbul’un gedikli ve koltuk meyhanelerinde söylenegeldiğini hakka yürüdüğü 1634 yılına kadar da “lüzum” gerekmedikçe çarşıya inemediğini yazan yine Mehmet Halife olmuştur.

Zekeriya Yahya Efendi’nin aynı zamanda en yüksek dini makamda bulunuyor olmasının, az önce aktaracağımı belirttiğim mısralara ayrı bir değer kazandırdığını söylememe gerek yoksa da, ben söylemiş olayım. Mısraları hürmetle selamlayıp aktarıyorum:

“Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..” Manası da şu: Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakârlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakâr..

***

Kim ne derse desin içkinin ilmini almış olanlar rakıdan şaşmaz. Osmanlı’nın içkiyle tanışıklığı şurda burda “kımız” içenleri saymazsak şarapla başlar. Rakının ise “arak” adıyla ilkin saraya girdiği söylenir. Şeyhülislam Zekeriyazade’ye şu mısraları yazdıran işte bu “arak” olmuştur : “Peymanesini (kadehini) her kişi doldurmada bunda/ Şimden gerü bu meclise mey-hane disunlar..”

III. Ahmed’in daha şehzadeliği zamanında Şeyhülzade Zekeriyazade’yi rahmetle anıp “arak” içtiğini, üstelik, sarayda kurduğu içki meclislerine yeni katılanların bunu bildiğiniz su sandıklarını su içerek sarhoşluyan birini de ilk kez gördüklerinden pek çok şaştıklarını, ancak su sandıklarını kadehlerine doldurup çektiklerinde “ziyadesiyle mesut “ gülümsediklerini yazan da tarih anlatıcılarımızdan Reşat Ekrem Koçu olmuştur.

Aynı Reşat Koçu’nun II. Abdülhamid’in rakı yerine rom içmeyi tercih ediyor olmasına burun kıvırıp küçümsemesini yazarımızın “rom” u ele geçirememesine değil de, rakıya olan samimi duygularına, dolayısıyla sempatisine bağlamak gerektiği savı rahmetli Salah Birsel’e aittir.

Reşat Koçu ne zaman paraya ihtiyaç duysa hazine basıyor içkiye Osmanlı usulü “zecriye vergisi”ni diye yazar ve bundan da pek şikayetçi olduğunu eklemekten kendini alamaz. Reşat Koçu’nun, tarihçi Mehmet Halife’den apardığı “Defterdar” hikayesini zaman zaman değiştirip şıralandırarak anlattığını, bunu her içki zammından sonra inat ve ısrarla yaptığını yazan da yine rahmetli Salah Birsel olmuştur.

Salah Birsel Başdefterdarın başına gelenleri Koçu’nun ağzından anlatırken, memnuniyetini gizleyemez. Zaten biz bunu okurken kaleminin kıvraklığından hemencecik anlarız da, zira yazarken neredeyse masadan kalkıp şıkır şıkır bir tek oynamadığı kalır...

Hatta “Sopayı karaciğere dürtecekleri yerde,sırtında kıraydılar ya” deyip eni konu hayıflanır.

***

Tekel ürünlerine yapılan son zamların arkasında kimin, kimlerin olduğunu herkes biliyor ve üç beş güne kalmaz sen sağ ben selamet kolayca unutulur bunu da ben biliyorum. Buraya kadar tamam. Tamam da Maliye Bakanı’nın zamları açıklarken ki sırıtışı ve küstahlığı unutulacak gibi değil: “Sağlığınız için yaptık..”

İçkici mekanlarında rakıcı takımının aleste bekledikleri duyumunu alıyorum. “Defterdar hikayesi” de, dolanıp duruyormuş ortalıkta...