Maraş açılmış ama pek de açılmamış. Karşımızdakiler hem güruh hem grup, hem pişkinler hem değiller. Türkiye’yi yönetenlerin Kıbrıs politikası ise ne var ne yok! 

Sorunlar, öncelikler, saplantılar, Kıbrıs ve diplomasiye dair

Birçok başka ülkeye ve halka nasip olmayacak kadar yoğun ve karmaşık sorunlarla boğuşuyoruz hiç de azımsanmayacak bir süredir. Sabah uyandığımızda çeşitli araçlardan beynimize doluşan haberleri okurken yüreğimiz sıkışıyor, gözümüz kararıyor. Ne yana dönsek kör karanlık. Tutunacak dal arıyoruz. Hangisini tutsak elimizde kalıyor. İktidar sorunumuz olduğu kadar muhalefet sorunumuz da var örneğin. Sorunların her birinin önemi ve önceliği var. Bu sayısız sorunu altlarında toplayabileceğimiz ve birbiriyle bağlantılı emperyalizm, sömürü ve dincilik gibi çatı sorunlarımız da var.

Bu ülkede yaşayanların kayda değer bölümünün karnını doyurma sorunu var. Çok daha kalabalık bir topluluğun gelecek sorunu var. İşin ilginç ama güzel tarafı, ülkeyi bu hale getirenlerin ve her geçen gün daha da fazla tahrip edenlerin bile gelecek sorunu var. Onlar bile bilmiyorlar yarın nerede ve ne durumda olacaklarını.

Bu kıyamet manzarası karşımızda dururken, sorun yumağı içerisinde ikincil görünen tek bir soruna odaklanıp salt o konuda kafa yormanın, o konuda kalem oynatmanın isabetini sabaha kadar tartışabilirsiniz. Gelin görün ki çoğu zaman yüreğe söz geçmediği gibi, kimi zaman akla da söz geçmiyor. Bir yere takılıp kalıyorsunuz.

Benim de takılıp kaldığım yerlerden biri Kıbrıs. Kabahatin çoğu benimse de hepsi değil. Kıbrıs da anımsatmayı başarıyor kendini çeşitli vesilelerle. Oysa bırakın Türkiye’yi, ülkeyi çevreleyen coğrafyaya nesnel biçimde baktığınızda önünüze çıkan sorunlar arasında ilk ona bile giremez Kıbrıs meselesi diye adlandırdığımız konu. 

Birisi nükleer iki silahlı gücün karşı karşıya durduğu, Batı emperyalizminin yangına körükle gittiği, sivil veya askeri insan kayıplarının rutin haline geldiği Rusya-Ukrayna çatışmasıyla, silah tüccarlarının kanlı vitrin olarak kullandığı Yemen’de hayatın olağan parçası haline gelen insanlık dramıyla, yıllardır süren iç savaş nedeniyle milyonlarca kişinin yerini yurdunu terk etmeye zorlandığı paramparça edilmiş Suriye’yle, ABD işgalinden sonra etnik ve mezhepsel çizgilerle fiilen üçe bölünen Irak’la, bir zamanlar kör topal da olsa farklılara rağmen birlikte yaşayabilmenin örneği olarak gösterilirken şimdi elektrik ve  içme suyu sağlamanın bile tehlikeye girdiği Lübnan’la, emperyalizmin hegemonyasından kurtulup bir başka vahşetin pençesine düşen, sarıklı ve saydam entarili yönetenler halktan çaldıklarıyla zenginleştikçe kadim ve yiğit halkı günbegün yoksullaşan İran’la, görebilen gözlerin benzer bir senaryonun yinelenmesine ramak kaldığını anlamakta zorlanmayacağı Afganistan’la, insanlık tarihinin en korkunç soykırımına maruz kalan Yahudi halkının kurduğu İsrail’in o toprakların en az onlar kadar sahibi olan Filistin halkına yaşattığı süreğen ve her geçen gün şiddetlenen zulümle, iki gerici nükleer gücün arasında ezilen Keşmir halkının ana akım medyada haber bile olmayan acılarıyla, Türkmenistan’daki kör diktatörlükle harmanlanmış derin yoksulluk ve çaresizlikle karşılaştırıldığında, Kıbrıs’taki varlığı tartışılamayacak sorunların önemi ve önceliği ne olabilir sorusu güncel ve yerinde.

“Bizim derdimiz bini aşmış. Bize ne Kıbrıs’tan?” diyenler tam bu noktada bırakabilirler okumayı.

Kısaca anımsayalım. Geçen hafta 20 Temmuz’u idrak ettik. Akepe Genel Başkanı peşine taktığı “seçmece” bir toplulukla Ada’nın kuzeyini yeniden fethe çıktı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ana muhalefet partisi CTP ve benzer gelenekten gelen TDP’nin boykot ettiği Cumhuriyet Meclisi oturumunun görüntülerinden anlayabildiğimiz kadarıyla dört başı mamur bir fethin olmazsa olmaz başlangıcı sayılan işgal eylemini de başarıyla gerçekleştirdi. Ben dahil konuyu izleyenleri büyük ölçüde ofsaytta bırakan bir “müjde” de açıkladı: Yeni bir saray kompleksi.  İçinde parlamentonun da bulunacağı bir tür “Yavrusaray”. Bu haberin açıklanması sırasında yeni inşaatı gerekçelendirmek için sarf edilen ve doğrudan Kıbrıs Türk halkına hakaret olarak algıladığım ifadeleri ise ülkemizdeki demokrasinin alabildiğine derinliği ve hukukun arşa çıkmakla kalmayıp Ay’a sert inişe hazırlanan üstünlüğü sebebiyle, hak ettiği şekilde yorumlamaya cesaretim yok. 

Bir süredir beklenen ama muhtemelen ziyaret öncesine denk gelen diplomatik telefon trafiği sebebiyle “müjde” kategorisinde değerlendirilmesi uygun bulunmayan haber ise ertesi gün geldi. Kapalı Maraş bölgesinin yüzde 3,5’luk bir bölümüne tekabül eden Ay Nikola semtinde de “bir şeyler yapılacağını” öğrendik. 

Bu Maraş meselesi Kıbrıs Sorunu içinde ayrı ve konuyu izlemeyenler için anlaşılması güç, izleyenler için ise baş ağrıtıcı bir başlıktır. Kıbrıs Rumları bu yerleşime “Varosha” derler. Bir anlamda Gazimağusa’nın varoşu, banliyösüdür zira. 1960’lı yılların ikinci yarısı ve 70’li yılların başındaki anlayışı yansıtan, Ada boyutlarına ve döneme göre devasa boyutlarda bir turizm alanı olarak planlanmış ve bildiğim kadarıyla plajının kumları dahi Mısır’dan getirtilmiştir. 

1974 yılının Ağustos ayında gerçekleşen harekâtta biraz da beklenmedik bir şekilde Türk birliklerinin kontrolüne geçen bölge yerleşime açılmadı. Müzakerelerde bir koz olur, verir de karşılığında bir şey alırız anlayışıyla tamamına yakını boş bırakıldı, yağmalandı ve zaman içinde her an savaşın çirkinliğini anımsatan bir viraneye dönüştü. 

İzleyen yıllarda Türk tarafında Maraş’la ilgili olarak ortaya atılan “parlak” fikirlerden biri, Maraş’ın aslında Osmanlı Vakıf mülkü olduğu teziydi. Tezin tek amacı ise, Maraş’ta değeri milyarlarca doları bulan gayrimenkulü bir şekilde tazmin etmekten kurtulmaktı. Kısmet olmadı. Her şeyden önce özel mülkiyeti güvence altına almak için kurulmuş bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi her nedense(?) bu oltaya gelmedi. Yıllarca harcanan çaba ve kaynak boşa mı gitti? Bence hayır. Yüzlerce binlerce sayfa eski belgenin uzmanlar tarafından taranması ve kayıt altına alınması tarihçiler için son derece zengin ve yararlı bir kaynak oluşturdu. Yalnız şu kesin, Vakıf malı tezi, Maraş konusundaki siyasi pazarlıkta Türk tarafına bir gram dahi yarar sağlamadı. Bu (acı) gerçek Türk tarafı tarafından yutkunularak da olsa kabul edildi. Ben bu yazıyı kaleme alırken KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar “Türk Vakıflar İdaresi’nin Maraş tapularının uluslararası hukuk tarafından geçerli olmadığını” bizzat teyit etti. Hal böyleyken yalan söylemeyi tarz-ı siyaset olarak benimsemiş birilerinin bunu yinelemesi ve gazete görünümlü bir “şey”in bu sözleri aktarması üzerine, Vakıf tezini yeni keşfetmiş gibi ısıtıp ısıtıp yutturmaya çalışmanın en hafif deyimle halkı aptal yerine koymak anlamını taşıdığını anımsatma ihtiyacı hissettim. 

Şimdi dönelim konumuza. BM Güvenlik Konseyi’nin Maraş konusunda iki kararı var. 1984 tarihli ve 550 sayılı kararda Maraş’a dair iki husus üzerinde duruluyor. Bölgedeki mülklerin yasal sahiplerine iadesi ve bölgenin yönetiminin BM’ye daha doğrusu UNFICYP olarak da bilinen BM Kıbrıs Barış Gücü’ne devredilmesi. 1992 tarihli ve 789 sayılı kararda da aynı talepler yinelendi.

“Dostum Vladimir”, “Finansörüm Cinping” ve “Hamdolsun Biden”ın yönettiği ülkelerin de daimi üye oldukları BM Güvenlik Konseyi, bu seferki Maraş “açılımı” üzerine 23 Temmuz’da  bir Başkanlık açıklaması yaptı. Önceki kararlarını hatırlattı ve “Türk ve Kıbrıs Türk liderlerinin” ilgili açıklamalarını kınayarak geçen yıl Ekim ayından bu yana “Maraş’ta yürütülen faaliyetlerin durdurulmasını ve statükonun yeniden tesisini istedi.

Esasen KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı geçen yılın Ekim ayından bu yana bu yönde hazırlıklar bulunduğu biliniyordu. Bu amaçla Maraş’ın çok küçük bir kısmında özel mülkiyet anlaşmazlığına konu olmayan anayol, yol kenarı, park gibi bölümleri temizlenmiş ve bir iki plaj günübirlik kullanıma açılmıştı. Bu kez açıklanan aşamanın ise Maraş sorunu olarak bildiğimiz konunun daha kapsamlı ve karmaşık bir boyutuna yani özel mülkiyet meselesine dair olup olmadığını ise tam bilmiyoruz. 

Bilmiyoruz zira Akepe Genel Başkanı’nın açıklaması bu konuya dair ayrıntılar içermiyor. Bir tek şunu anlıyoruz: “kimsenin hakkı çiğnenmeyecek, yeni bir mağduriyet yaratmayacak, herkes için faydalı olacak”. Başka bir bağlamda yeniden değineceğim Dışişleri Bakanlığı açıklamasında da, hiçbir şekilde “yasal mülk sahiplerinin haklarına halel getirmeyeceği ve çalışmaların uluslararası hukuka uygun şekilde yürütüleceği ve hiçbir şekilde BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olmadığı” söyleniyor.  

Peki öyleyse dünyada kıymeti bir türlü anlaşılamayan bir başka dünya liderinin üslubuyla söylersek Türkiye ve KKTC’yi yönetenler ne yapmak, nereye varmak istemektedir? Gel de anla! Yandaş basına bakarsan “dünya beşten büyüktür mottosuna uygun fütuhat, ezber bozma, aleme nizam verme”, Dışişleri açıklamasına bakılırsa “oyna devam!”

Akepe Genel Başkanı ve Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarını incelediğimde, BM Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklamasında sözü edilen “yasal sahiplerin dışındaki kişilerin iskânı” benzeri bir niyet veya girişime dair ipucu göremiyorum. Belki de bizim bilmediğimiz ama dünyanın bildiği başka bir şey var. 

Özet olarak, elimdeki verilerle değerlendirdiğimde “bu taş niye atıldı veya gerçekten atıldı mı, kurbağalar ne sebeple ürkütüldü veya korktukları için değil de başka bir nedenle mi kaçıyorlar?” gibi sorulara anlamlı yanıtlar bulmakta yetersiz kaldığımı itiraf etmek zorundayım. 

Benim takıldığım ikinci nokta ise yukarıda açıklamaya çalıştığım öznel sebeplerle anlamsızca keskin ve isabetsiz bulduğum BM Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklamasına yanıt niteliği taşıyan Dışişleri Bakanlığı açıklaması. Bir kere açıklama anlamsızca uzun ama buna alıştık zaten bir süredir. Her kademede bir paragraf ekleniyor ve açıklama fermana dönüşüp okunamaz hale geliyor. Bunu geçelim.  

Asıl önemli konu üslup. Dışişleri açıklamaları yıllardır Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki dilde açıklamayı hazırlayan ilgili birim tarafından yazılır. Diğer dillere çeviri daha sonra ve İngilizce metin temel alınarak yapılır. Dış politikanın ucuz bir iç siyaset malzemesi haline getirildiği Akepe döneminde iyiden iyiye yaygınlaşan eğilim iki versiyon arasında belirli bir üslup farkı bulunmasıdır. Daha açık bir deyişle Türkçe metnin iktidarın kimliğine ve seçmen beklentisine uygun bir “meydan okuma” içermesi, “tokat gibi” olması gerekiyor. İngilizce metnin bu niteliği taşıyıp taşımayacağını ise kabaca konjonktür diye tanımlasak da aslında ödemeler dengesindeki son durum belirliyor.

Sözünü ettiğim açıklamanın Türkçe metnine bakıyoruz. Kullanılan kimi terimler şunlar: “pişkince”, “garabet”, “güruh”. Sırasıyla bu sözcüklerin İngilizce metinde nasıl çevrildiklerine bakıyoruz: “Pişkince” hiç yok. Oysa “shamelessly”, “callously” veya “brazenly” gibi karşılıkları var bu ifadenin. “Garabet” yok ama yerine ikiyüzlülük anlamına gelen ve diplomatik itişmelerde kullanılması pek de nadir olmayan Yunanca kökenli bir sözcük “hypocrisy” tercih edilmiş oysa bu terimin “oddity” gibi pek uygun bir karşılığı var. Cumhuriyetin en seçkin ve köklü kurumlarından birinin hangi maksat ve motivasyonla kullandığını tam çözemediğim “Güruh” sözcüğü ise şayet amaç Türkçe metinde hedeflenen, bir kurumdan ziyade öfkeli kahvehane erbabına uygun düşecek hakareti yansıtmak idiyse pekâlâ “bunch” veya “pack” olarak çevrilebilirdi. 

Açıklamaları hazırlayanların ve özellikle de onaylayanların bilmeme ihtimali bulunmadığına göre geçen hafta sahneye konmaya çalışılan gösterinin sözde anti-emperyalist bir müsamere dışında tarifi yok.  

Toparlarsak ne olmuş? Maraş açılmış ama pek de açılmamış. Karşımızdakiler hem güruh hem grup, hem pişkinler hem değiller. 

Türkiye’yi yönetenlerin Kıbrıs politikası ise ne var ne yok!