"Akepe artık geçen yılki seçimlerin öncesinde Batı’yla ilişkiler bağlamında başlattığı 'ben sana mecburum, bilemezsin' siyasetini, 31 Mart sonrasında daha da berkitmek zorunda."

31 Mart sonuçları, dış yansımaları ve dersleri

Seçimler bitti. Alışılmadık ölçüde heyecansız bir kampanyanın sonucu genel bir heyecan yarattı. İktidar yandaşları eşekten düşmenin, muhalefet yandaşları iktidara yaklaşıyor olma duygusunun heyecanını yaşadılar. 

24 saattir zaten duyduğunuz  ve okuduğunuz klişeleri yinelemek pahasına sonuçların genel değerlendirmesinden başlayalım.

  1. Her türlü standarda göre rezalet bir seçim yaşandı. Saray ve etrafına kümelenen Devlet aygıtı Kürt illerinde her seçimde yaşattığı dehşete eşik atlattı. Muhalefet içindeki kimi alıkların ısrarla yutturmaya çalıştıkları “İçişleri Bakanı değişince her şey pek güzel oldu” düşüncesinin yanlışlığı kanıtlandı.

    Ülke genelindeki propaganda imkanları adaletsizliğine değinmek bile yersiz. Bütün aşırı sağ iktidarlar gibi bu iktidar da karşı tarafın sesinin duyulmasını engellemek için elindeki meşru ve gayrimeşru bütün enstrümanları çekinmeden kullandığı gibi koltuğunu terk etmemek için bundan sonra da aynı yöntemleri kullanacağını açıkça ortaya koydu. 
     
  2. Akepe ilk kez bir seçimi sözcüğün her anlamıyla  kaybetti. Akepe’nin ülke çapındaki oy oranı CHP’nin gerisinde kalınca 22 yıla damgasını vuran “şampiyon belli, ikinci kim olur?” ön kabulü de geçerliliğini yitirdi. Ancak bu aşamada ne dağıldı ne yıkıldı. Buna karşılık Erdoğan sonrasında ayakta kalamayacağının ipuçlarını da verdi.

    Akepe seçmeninin kayda değer bir kesimi başka partilere oy vermektense sandığa gitmemeyi tercih etti. Parti tabanının önemli bölümünü oluşturan ev kadınları ve emekliler Şimşek imzalı IMF programının yarattığı sefalete bu şekilde tepki göstermiş oldular. Yine sanırım bu yüzden ilk kez Akepe örgütleri etkin çalışamadılar. Akepe seçmeninde iktidarın Akepe değil Erdoğan ve saray ahalisinin etrafına kümelenmiş devlet  olduğu algısı pekişti.

    Bu arada Şimşek ve “rasyonel ekonomi” politikalarına da bir parantez açmadan olmaz. Bir seçim zaferinin üzerine göreve gelen “The City” takımının Batmanspor’dan transfer kaptanı dokuz ay içinde Erdoğan’ın ordularını dağıtıp bozguna uğratamasa da en azından ricata mecbur bıraktı. Bu seçim sonucu aynı zamanda başta Akepe seçmeni olmak üzere, halkın ezici çoğunluğunun adı konulmamış bir IMF programına kolay boyun eğmeyeceğini gösterdi. 
     
  3. CHP kendine rağmen tarihsel bir başarı elde etti. Her ne kadar dış dünya ve Türkiye’deki yorumcular bunu İmamoğlu ve Yavaş etkisiyle açıklasalar da Özel yönetiminin de payını göz ardı etmemek gerekir. CHP’nin başarısı ve oy artışı İstanbul ve Ankara’daki adayların ezici zaferleriyle sınırlı kalmadığına göre bunun kredisinin salt iki başkana yazılması da mantıklı görünmüyor. İktidar mahfillerinden ve takip ettiğim yabancı yorumculardan yayılan “bundan sonra liderlik kavgası olur, CHP yine karışır” beklentisi de öyle.  

    Türkiye’nin her türlü beklenmedik sıçramaya sahne olabileceğini hiç akıldan çıkarmadan şunu iddia etmek mümkün: CHP’nin önümüzdeki dönemde parti yönetimiyle Cumhurbaşkanı adayını ayıran bir modele yönelebilir. Bunun örneklerini görmek için Fransız ve Alman Sosyal Demokratlarına bakmak yeterli. Başka bir deyişle Özel genel başkan kalırken, sermayenin genç ve parlak çocuğu İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı olabilir. 
     
  4. Seçimin sonucu benim izleyebildiği Batılılarda ilk bakışta faklı görünen iki tür tepki yarattı. Batılı finans guruları “rasyonel ekonomik” politikalar ve “Şimşek’in başına bir şey gelir mi?” başlıklarıyla özetlenebilecek sesler çıkarttılar. Bu “Ya Türkiye’yi aynı hızla sağmaya devam edemezsek” kaygısı şeklinde de tercüme edilebilir. Biraz daha açmak gerekirse, bu çevreler seçim sonucunun yaratabileceği toplumsal direnç artışının ve “istikrar kaybı”nın  halkı bağırta bağırta soymaya koşullanmış finans çarklarına vereceği zarardan duydukları endişeyi açıkça dile getirdiler.

    Avrupa’nın sosyal demokrat ve liberal siyasetçileri ile aynı düzlemdeki kalem erbabı ise “otoriter eğilimli” ve çok daha önemlisi “Rusya’ya gereğinden fazla yakın” buldukları bir iktidarın zayıflamasından ve bir çok konuda benzer bakışı paylaştıkları CHP’nin iktidara aday bir konuma yaklaşmasından duydukları sevinci yüksek sesle dile getirdiler. Türkiye yeni Polonya olabilir gibi yorumlara da denk geldim. 

    Keza 31 Mart tablosunun, Avrupa’ya ve dünyaya hâkim olan aşırı sağın yükselme eğilimine net bir karşı duruş olduğu yorumları da yapıldı. Yeterince uzaktan bakıldığında ve örnek olsun Bolu ile Afyon’da kazanan CHP adaylarının “iftiharla” sergiledikleri siyasi tutum göz ardı edildiğinde bu müthiş tespit karşısında “peki, olur şekerim” demek mümkün elbette.
     
  5. Tepkilerin ötesinde bir de bu sonucun dış politik yönelimler üzerindeki etkisine bakmak gerekiyor.

    Akepe artık geçen yılki seçimlerin öncesinde Batı’yla ilişkiler bağlamında başlattığı “ben sana mecburum, bilemezsin” siyasetini, 31 Mart sonrasında daha da berkitmek zorunda. 

    İktidar alternatifi olma iddiasını ortaya koyan CHP’nin “Atlantist” eğilimi zaten biliniyor. Bu durumda iktidar ve ana muhalefetin Kuzey Atlantiğe doğru tempolu bir koşu başlatacakları ve her fırsatta emperyalizme ve sermayeye “ben bu işi daha iyi yaparım” mesajları gönderecekleri tahmine müsait. Bu tür durumlarda benim aklıma hep Jacques Brel’in “Ne me quitte pas” şarkısının şu dizeleri gelir:

    “Beni terk etme...
    Bırak da gölgenin gölgesi olayım
    Elinin gölgesi olayım
    Köpeğinin gölgesi olayım
    Ama beni terk etme”


    Böyle bir eğilim özellikle Rusya ile ilişkilerde nasıl bir etki yapar göreceğiz. Kremlin hesaplarını buna göre yapıyor olmalı. Yine de Türkiye sermayesi ile onun iktidar ve muhalefetinin son 25 yılda elde edilmiş kimi özerklik alanlarından kolay vazgeçebileceğini düşünmek hata olur. Bunlar her iki eksen tarafından da her aşamada pazarlık konusu yapılacak, örnek olsun Ege’de verilecek tavizin Suriye’de, Rusya bağlamında verilecek ödünün Afrika’da kısmen de telafi edilebilmesi için elden gelen çaba gösterilecektir.

    Son söz olarak da şunları söyleyelim. Son çeyrek yüzyılını Türkiye’de veya Türkiye’yi izleyerek  geçirmiş herhangi bir yurtseverin dün gece TRT ve diğer yandaş kanallarda gördüğü Çarşamba pazarına dönmüş suratlardan ve gecenin bir yarısında ittir kaktır toplanmış birkaç yüz kişiye konuşmak zorunda kalan “dünya lideri”nin balkon yalnızlığından keyif almamış olacağına ihtimal vermiyorum. 

    Yine de aklımızdan çıkartmamamız gereken şey sandığa sıkışmış mutluluğun pek uzun sürmeyeceğidir. Türkiye halkı bu seçim sonucunu, örgütlenmek siyasete doğrudan ve gündelik olarak müdahale etmek ve en önemlisi Akepe’nin üzerimize biçtiği deli gömleğini yırtıp atmak için bir basamak olarak kullanmaz, bu yönde ikna edilmezse, 31 Mart 2024 gecesinde yaşanan sevinç Milli Takım’ın 1956’daki Macaristan galibiyeti gibi, sayısız yenilgiler silsilesi içerisinde hoş bir hatıradan ibaret kalacaktır.