Kızıldeniz’de gövde gösterisine kalkışan, soykırım destekçisi, Nazi artığı ve Neonazi bozuntusu Alman donanmasına, ne karşılığında olursa olsun övgü düzmeye utanmayan bir birey aynaya nasıl bakabilir?

Bir felaket

Filistin’e zaten dönmek gerekiyordu. Birden fazla vesile oldu. 

İrlanda Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) İsrail’a karşı süren davaya müdahil olacağını açıkladı. İrlanda 7 Ekim’den beri Filistin konusunda ilkesel seviyede sağlam durduğunu söyleyebileceğimiz nadir Avrupa ülkelerinden biri. İlkesel seviyede diyorum zira Avrupa Birliği üyesi olan İrlanda dış politikada eylemsel anlamda özerk hareket edebilen bir ülke değil. Yine de Dublin, Almanya ve Fransa başta olmak üzere birçok AB üyesi ülkenin en kibar deyişle soykırıma yardım ve yataklık diye özetlenebilecek tutumundan farklı bir çizgi tutturmayı başarmıştı. İrlanda UAD’ye başvurusuyla bu alanda çıtayı bir kademe daha yükseltmiş, somut bir adım da atmış oldu. İrlanda’nın davasını hangi hukuki gerekçeye dayandıracağı henüz netleşmedi. Örneklerin artmasını dileyelim.

İspanya da bu konuda kısmen Avrupa halklarını utandırmadığı söylenebilecek devletlerden. Sanchez hükümeti, özellikle de hükümetin sol kanadı sürecin başından beri Filistinlilere karşı işlenen insanlık suçları konusunda yüksek ses çıkartıyorlar. İspanya geçen ay İsrail’e silah satışını durdurduğunu duyurdu. Elbette bu kararın pratik sonuçlarını değerlendirmek güç. Özellikle silah satışlarında uzun vadeli sözleşmeler var. Yeni sözleşme mi yapmayacaklar yoksa mevcut satış sözleşmelerini mi askıya alacaklar belli değil.

Bu arada yeri gelmişken bir parantez açıp biraz bilmişlik biraz da anı aktarımı yapayım. AB’nin çatışma bölgelerine silah satışına dair gayet ayrıntılı ve kâğıt üzerinde son derece katı bir mevzuatı var. Temel ilkeler kabaca -gülmeden okumaya çalışın- satılan silahların insan hakları ihlallerinde kullanılmaması ve insanlık suçlarına yol açmaması şeklinde özetlenebilir. Fethullahçı 15 Temmuz girişiminden sonra Belçika Türkiye’ye silah satışını durdurma kararı almıştı. Bu kapsamda Türkiye’nin polis için sipariş verdiği birkaç yüz tabanca ve mermilerinin teslimatı durdurulmuştu. Belçika’nın Anayasal düzeninin ayrıntılarını yazdığım takdirde okuyuculara hafakanlar basacağı için kestirmeden giderek anlatıyorum. O sırada maslahatgüzar olduğum için Ankara’dan gelen talimat üzerine silah üreticisinin bulunduğu bölgenin (Valonya) Başbakanı Paul Magnette’i aradım. Daha doğrusu diplomatik danışmanıyla konuşmak istediğimi ilettim. Not aldılar. Magnette yarım saat geçmeden küt diye geri aradı. Son derece kibar bir şekilde beni dinledi sonra da aynı nezaketle AB mevzuatını hatırlattı ve buna uymak zorunda olduklarını belirtti. İzleyen aylarda sonuç çıkmayınca bizimkiler siparişi iptal ettiler. Sonra da sanırım başka bir ülkeden alım yaptılar. İşte o AB’nin üyelerinin çoğunluğu şimdi 21. yüzyılın en aleni soykırımını desteklemek için İsrail’e çatır çatır silah satmayı sürdürüyorlar. Bu arada benim o görüşmeyi yaptığım sırada AB’nin bir numaralı silah üreticisi ve ihracatçısı Fransa, Yemenli çocukları itinayla katledebilmesi için Suudi Arabistan’a silah yağdırıyordu. Yemen konusuna başka bir bağlamda yeniden döneceğim. Parantezi kapattım.

İspanya’ya geri dönelim. Madrid silah satışını durdurmanın ötesinde Filistin Devleti’ni yakın vadede tanıyacağını da ilan etti. Şu sıralarda bu tanımanın yaz aylarında gerçekleşebileceği söyleniyor. O zamana kadar Gazze’de ayakları üzerinde durabilen kaç kişi kalacağı ve bu siyasi adımın sahada somut olarak ne değiştireceği ise meşru bir tartışma konusu.

İsrail’in Filistin halkına karşı giriştiği soykırım eylemi gözlerimizin önünde devam ederken hem sahada hem de uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri hep birlikte ama itiraf edelim giderek azalan, yer yer de deforme bir ilgiyle takip ediyoruz Türkiye’de.

İçeride sıkıştığı görülen Netanyahu’nun ısrarla Lübnan’ı ve İran’ı savaşa çekme çabaları sürüyor. O işin ayrıntısına girmeyeceğim ama merak edenlere bölgeyi en iyi bilen ve izleyenlerden Fehim Taştekin’in son videosunu tavsiye ederim.

Filistin halkının düşmanları belli ama bir de sözde dostları var. Arap rejimlerinin çoğunluğunu bu kapsamda değerlendirebiliriz. Suudi Arabistan, Mısır, BAE ihanet ansiklopedisine her gün yeni fasiküller ekliyorlar. Ansiklopedinin müellifleri, hazırlayıcıları bu ülkelerle sınırlı değil elbette. Bizi asıl ilgilendiren kendi ülkemiz. Akepe rejiminin İsrail-Filistin meselesinde aslında hangi tarafta durduğunu, söylemiyle eyleminin nasıl taban tabana zıt olduğunu kaç kez yazdım, söyledim anımsamıyorum. O yüzden baştan almayacak son haftalara odaklanacağım.

31 Mart yerel seçimlerinde Akepe’nin uğradığı güç kaybının birden çok sebebi olduğu kesin. Bunların içerisinde iki tanesi bu yazının çerçevesine sığdırılabilir. Birincisi oy vermeye gitmeyen Akepe seçmeni. İkincisi ise Yeniden Refah Partisi’nin Akepe’den çektiği oylarla üçüncü parti haline gelmesi. Klasik Akepe seçmeninin yüzde kaçı Filistin konusundaki riyakarlıktan etkilenmiştir ölçmek zor ama görece daha radikal tabanın oy davranışında belirli bir rol oynadığını düşünüyorum İsrail meselesinin.

Peki bu nasıl oldu? Tamamına yakını kontrol altında tutulan basına rağmen seçmen “zahiri” ile “hakiki”nin arasındaki uçurumu nasıl fark etti? Birinci yanıt Metin Cihan olmalı. İkinci yanıt ise başta TKP olmak üzere Türkiye’deki sosyalist toplamın sağlam duruşuydu.

Metin Cihan’a dönersek, sürgünde solcu bir  gazeteci tümüyle açık kaynaklardan yararlanarak Akepe düzeninin İsrail’in savaş ve soykırım makinesine ne ölçüde destek verdiğini belgeleriyle kanıtlarıyla ortaya koydu. Metin Cihan’ın kalem kalem ortaya serdiği rezaletler Akepe’nin Filistin meselesini siyasi ve dinsel bir sömürü aleti olarak kullandığını gösterdi. Bu malzeme iktidar partisinin sağındaki siyasi parti ve radikal gruplar tarafından tepe tepe -iyi ki- kullanıldı. Rende binası, Akepe nomenklaturası ve besleme basınının gerçeği örtme ve zırvayı tevil çabaları sonuç vermedi.

Akepe’nin “aslında gemiler Filistinlilere gidiyor, özel şirketler yapıyor, devlet yapmıyor, biz tel satıyoruz, İsrail diken takıyor” gibisinden acınası kıvranmalarının sonuç vermediğini, seçim kampanyası sırasında neredeyse her parti mitinginde ortaya çıkan pankart ve sloganlarla gördük. Yukarıda yazdığım gibi, bunlar yüzde kaç oy kaybına sebep oldu ölçemem ama Akepe’nin kimyasını bozduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu arada Varlık Fonu bünyesindeki, yani doğrudan Akepe Genel Başkanı’nın uhdesindeki bir şirketin İsrail’e yönelik bor ihracatı da rejimin propaganda balonunda onarılması güç bir delik açtı.

Cumartesi günü İstiklal Caddesi’nde yaşananlar ise soykırım işbirlikçiliği gerçeğine yeni bir katman ekledi. Akepe’nin kimi isimleri polis şiddetine umutsuzca Fethullah kılıfı örtmeye dahi kalkıştılar. soL Haber’de isabetle belirtildiği gibi, “başörtülü bacımı döven” güvenlik güçlerine sümüklü şeyhin müritlerinin sızdığını kabul etsek bile, İsrail’le ticarete devam eden tüccarların içine, İsrail’e bor satan şirketin yönetimine kimin sızdığı meselesi karanlıkta kaldı. Büyük bir operasyon vardı ve her ne hikmetse dünyaya adalet getirme iddiasındaki “her şeye kadir” iktidar ve lideri yine oyuna getiriliyordu. 

Akepe’nin ne olduğunu, kimin yanında durduğunu biz zaten yıllardır biliyor ve söylüyorduk ama umalım ki bu gelişmeler sayesinde daha geniş kitleler gerçeğin ayırdına vardılar.

Peki Filistin bağlamındaki çirkinlik Türkiye’de salt Akepe’nin hanesine mi yazılmalı? Kuşkusuz ve ne yazık ki hayır. Yazıyı çok uzatmamak için bir anımsatma yapmak durumundayım. Hamas ve Filistinli direniş örgütlerinin 7 Ekim’de giriştikleri saldırının hemen ardından kaleme aldığım yazıda Türkiye’de etnik milliyetçilerden liberal burjuvaziye uzanan geniş kesimlerin nasıl İsrail yanlısı bir tavır aldıkları üzerinde durmuştum. TKP ve diğer sosyalist örgütlerin zamanlı ve sert müdahalesiyle bunlar büyük ölçüde sindirilmişti. Zaman geçtikçe, Filistin’de yapılan soykırımın şiddetindeki artışa karşın kamuoyunun genelinin konuya ilgisi azaldı ve öldürülen çocuklara “bir bu eksikti, başımıza bir şey gelmesin, deniz ticareti aksamasın, ekonomimiz şey olmasın, yeni göçmenler gelmesin” gözüyle bakılmaya başlandı. Bunu nereden mi çıkartıyorum?

Ben bu hafta ne yazayım diye düşünürken sabah bir arkadaşımın gönderdiği mesajı gördüm. Aynen şöyle yazıyordu: “Bu Filistin meselesi AKP’yi de ülkemizi de giderek daha fazla rahatsız edecek gibi gözüküyor. Seçimden sonra bazı kesimlere cesaret geldi. Ok yaydan çıkıyor gibi.” 45 yıldır tanıdığım bir arkadaşım. İyi bir üniversiteden mezun. Atatürkçü. Burjuvazinin gayet CHP’li kanadından. Bir an önce bütün Filistinliler ölse de feraha çıksak demek istemediğine eminim ama bir yandan da çok içten. Kullandığı bir sözcük ilgi çekici: “rahatsız”. Sadece üç cümleyi okursanız, Filistinlilerin uğradığı soykırım Akepe neyse de ülkemize de rahatsızlık verecek gibi bir anlam çıkartabilirsiniz. Arkadaşımı suçlamıyorum. Aksine çünkü içinde bulunduğu ortamda hâkim düşünceyi teyit etmeme imkân verdiği için teşekkür etmem gerekiyor.

İkinci ve ilkinin aksine bu kez iyi niyetle yorumlama olanağı bulunmayan örnek ise bir haber sitesinden. Benim de, yıllardır tanıdığım, dürüst bir insan ve sağlam bir gazeteci olarak bildiğim Hilmi Hacaloğlu yönetici konumunda katkı koyduğu için takip ettiğim Gerçek Gündem. Yanlış anlama olmasın. H. Hacaloğlu birkaç hafta önce ayrıldı o siteden. Bu konuda gözümü kırpmadan iddialı konuşabilirim, aşağıda sunacağım başlığın Hilmi Bey orada çalışıyor olsaydı kesinlikle atılmayacağından da eminim. 

Başlık şu: “Almanya Silahlı Kuvvetleri, Kızıldeniz’de bir felaketi engelledi”. Benimkisi boş umut ama utanıp kaldırmadılarsa linki şurada...

Ne yapmış şanlı (!) Alman Ordusu Kızıldeniz’de? İsrail’e yapılan ticareti engellemek için Husiler’in fırlattığı bir füzeyi engellemiş. Hakaret etmeden, sövmeden devam etmeye çalışıyorum. Kolay olmuyor. Husiler, malum, aylardır Kızıldeniz’den geçen ticaret gemilerini hedef alıyorlar. Bu gemilerin tamamının İsrail’e yük taşıdığını iddia etmek mümkün değil elbette. Husiler’in yaptığı, “bizim çocuğumuz çoluğumuz medeni Batının silahlarıyla katledilirken kılınız kıpırdamadı. Şimdi Filistin halkı soykırıma uğrarken, hayatın olağan akışının sürmesini engelleyeceğiz kardeşim!” demek. Şunu belirteyim, Husiler’in ideolojileriyle ortak noktamı arasam mikroskop kullanmam gerekir. Gel gör ki, “bir halkın toptan imha edilmesine göz yuman dünya da yıkılsın, ticareti de batsın” demelerine sonuna kadar katılıyorum. Efendim Hollanda’daki bilmem ne marka otomobil fabrikasının üretimi akamete uğruyor ya da navlun ücretleri artıyormuş. Bu da küresel dengeleri bilmem ne ediyormuş... Beter olun. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafına gelelim.

Bir haber sitesi böyle bir başlığı nasıl atar? Belki de soru yanlış. “Böyle bir başlığın fiyatı nedir?” diye sormak daha isabetli olabilir. Birkaç milyon yıllık tarihinde, sürüne sürüne ayağa kalkmayı başaran, çarpışa çarpışa, üzerine koya koya gelişmeye çalışan, daha iyiyi arıyor olması gereken insan türü böyle bir çukura nasıl düşebilir? Kızıldeniz’de gövde gösterisine kalkışan, soykırım destekçisi, Nazi artığı ve Neonazi bozuntusu Alman donanmasına, ne karşılığında olursa olsun övgü düzmeye utanmayan bir birey aynaya nasıl bakabilir, bir çiçeği nasıl koklayabilir, bir çocuğun başını nasıl okşayabilir? Bunları hangi zehirli toprakta yetiştirmişler?

Ülkemizin özgün sorunları çok büyük, sayımız çok az ama bundan kaçamayız. Filistin’i unutturmamak ve insanlığı hatırlatmak zorundayız.