Yüksek teknolojili üretime yaslanma hedefi Türkiye burjuvazisinin üst lig iddiasıdır ve bunun eğitime, istihdama, mevcut işsizliğin niteliğine ve sendikal alana köklü etkileri olacağı kesindir.
Geçen hafta, siyasetteki yumuşamanın yeni bir sermaye baharı hedeflediğini yazmıştım. Sermaye sınıfı yeni bir birikim modelini zorluyor ve bir üst lige çıkmak istiyor. Baharın ekonomi politiğine işaret eden bu iddianın ayrıntıları ise bu haftaya kalmıştı.
Fakat geride bıraktığımız hafta “siyaset iklimi yeniden mi sertleşiyor?” sorusunu gündeme getiren bir dizi gelişmeye sahne oldu. Ayhan Bora Kaplan olayının iktidar bloğu içindeki gerilimi üst düzeye çıkarması, Kobane davasından çıkan ağır cezalar, Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebinin reddedilmesi bu gelişmelerin başında geliyor.
Tüm bu olan bitenin, yumuşamanın demokrasi ortamını geliştireceğine dair umudu olanları hayal kırıklığına uğrattığı anlaşılıyor.
Demek ki umut bile sınıfsaldır. Zira yerel seçim sonrası düzen siyasetinde ortaya çıkan yumuşama ikliminin motivasyonunda insan hakları ve özgürlükler alanının gelişmesi değil, uygulanan ağır ekonomi politikası için toplumsal rızanın sağlanması var.
Yumuşama ve sertlik bu açıdan da birbirini tamamlayan iki eğilim. Geçen haftanın söz konusu gelişmelerini, yumuşamada sınır tayini çabası olarak görmekte sakınca yok. Sınırların, uzundur uluslararası boyutları olan ve bu açıdan düzen içinde çözümü olanaksızlaşan Kürt sorunu ile Türkiye egemen sınıfının alışkın olmadığı halk hareketi örneği olan Gezi eylemleri bağlantılı çizilme çabası şaşırtıcı olmasa gerek.
Dolayısıyla hafta boyu sertleşen siyaset gündemleri, yeni bir sermaye baharı hedefiyle çelişki barındırmıyor. Sermaye sınıfının hedefi Mehmet Şimşek programıyla önündeki üç yılı kurtarmaktan ibaret değil. Hedef başka ve halkımız için tehlikeli. Gelin buna biraz daha yakından bakalım.
Türkiye burjuvazisi AKP’li yıllarda sermaye stoğunu muazzam ölçüde büyüttü. Büyümede kamu kaynaklarının fütursuzca aktarımının rolü büyüktür, ama AKP’nin esas marifeti temsil ettiği sınıfın ufkunun genişlemesine yardımcı olmasıdır. 20 yıl sonra gelinen nokta, Libya’da müteahhitlik işlerinden 115 ayrı ülkede 58 milyar dolar büyüklüğe ulaşmış doğrudan sermaye yatırımlarıdır. Türkiye sermaye sınıfı Cumhuriyet tarihinde ilk kez ülke sınırlarının dışında bu ölçüde, üstelik girdiği kimi bölgelerde uluslararası dengeler açısından dikkate alınması gereken bir aktör haline gelmiş durumdadır.
Sanayi sektörünün gelişimi de bu açıdan çarpıcıdır. Türkiye’de tarım sektörü geçtiğimiz yirmi yılda tam anlamıyla bir çözülme yaşarken, sanayi üretimi düzenli olarak arttı (2010->51,5; 2020->85,9; 2023->106,7; TÜİK, Sanayi üretim endeksi 2021=100). İmalat sanayi toplam milli hasıla içinde yüzde 20’lik düzeyini korumuştur.
Türkiye burjuvazisinin sanayi üretimiyle uyumlu bir ihracat rejimi oluşturmayı başardığı da görülüyor. Bu aynı zamanda bir büyüme rejimidir ve mazisi 24 Ocak kararlarıyla bu kararların uygulanmasını sağlayan 12 Eylül darbesine kadar uzanır. Düşük ücret-ucuz Türk Lirası ikilisi sistemin anahtarıdır. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen 255 milyar dolarlık rakam, Cumhuriyet tarihinin en yüksek ihracat düzeyidir.
Dış dünyadaki doğrudan sermaye yatırımları, imalat sanayi üretimi ve ihracat, sermaye birikiminin dinamizmini gösteren temel verilerdir. Türkiye sermaye sınıfı AKP iktidarları döneminde bu üç kapasiteyi güçlendirmeyi başardı. Son yirmi yılın hikâyesi, sermaye stoğu ve istihdamın birlikte ve istikrarlı biçimde arttırılmasından ibarettir. Büyüme modeli de buna yaslanmıştır. Bu da işe yaramış ve patronlara çok kazandırmıştır. Şimdi Türkiye burjuvazisi bir adım daha ilerlemek istiyor, AKP döneminde ulaştığı sermaye stoğunu yüksek teknolojiyle buluşturmayı ve istihdamı, belki de daraltmak pahasına bu niteliğe uygun hale getirmeyi planlıyor.
Planın merkezinde yüksek-orta teknoloji yoğunluklu üretimin toplam katma değer içindeki payının artırılması duruyor. Patron örgütleri hedefi, yüksek-orta teknoloji yoğunluklu imalat sektörlerinde sürdürülebilir rekabet gücüyle kalıcı-yüksek verimlilik artışı olarak özetliyor.
Halen Türkiye’de yüksek teknoloji ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı (yüzde 3,8) gelişmiş kapitalist ülkelerdekinin oldukça altında. Fakat son yıllarda bu payda gözle görülür bir artış yaşanıyor. Son iki yıl içinde yüksek teknoloji ürünleri ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 3’ten 3,8’e yükseldi. Yüksek-orta teknoloji ürünlerinde ise değişim 36,4’dan yüzde 40,3’e çıktı.
Üretim ve ihracatta yüksek teknolojili üretim sektörlerine yaslanma hedefi, Türkiye burjuvazisinin üst lige çıkma iddiasıdır. Elbette Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları beklenmeyen krizlere neden olabilir, bölgesel istikrarsızlıklar kimi hesapları bozabilir ya da emperyalist hiyerarşi kendisini dayatabilir ve hepsi böylesi bir iddianın gerçekleşmesine engel olabilir. Olur olmaz bilemeyiz, fakat iddianın Türkiye’de eğitim sistemine, istihdam biçimlerine, mevcut işsizliğin niteliğine, çalışma yaşamı ve sendikal alana köklü etkileri olacağı kesindir.
Nisan ayında, biri Ankara diğeri İstanbul’da yapılan iki ayrı toplantıda meselenin bu boyutu değişik biçimlerde gündeme geldi. Toplantılardan biri yıllardır toplanmayan Çalışma Meclisi, diğeri İstanbul Sanayi Odası’nın Nisan ayı Meclis toplantısıydı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’ın da katıldığı bu toplantıların ortak gündemi “dijitalleşme ve yeşil dönüşüm ile birlikte çalışma hayatının dönüşümü” idi. Her iki toplantıda da imalat sanayi üretiminde teknoloji yoğunluğunda belirgin bir iyileşme yaşandığı dile getirilerek, bu iyileşmeye uygun yapısal dönüşümlere ihtiyaç duyulduğu ifade edildi.
Peki nedir bu dönüşümler?
Liste uzun. Sanayiden uzaklaşan nüfusun kamu ve hizmet sektörüne eğiliminin engellenmesi. İstihdam maliyetlerinin “rekabetçi seviyeye” çekilmesi. Esnek çalışma modellerinin geliştirilmesi, kısmi ve uzaktan çalışma başta olmak üzere farklı çalışma modelleri için mevzuat ve altyapının güçlendirilmesi. Çoğunlukla patronların aleyhine sonuçlanan iş davalarına çare bulunması. Kıdem tazminatında reform yapılması. Teşviklerin çeşitlendirilmesi, prim ve vergi istisnalarının geliştirilmesi.
Bunların hiçbiri emekçilere karşı gündeme getirilen yeni saldırı başlıkları değil elbette. Fakat işçi sınıfının elinde kalan bir dizi hakkın geri alınmasının, iddialarını büyüten sermaye sınıfı için önümüzdeki dönem daha fazla önem taşıyacağı anlaşılıyor.
Türkiye sermaye sınıfı iddialarını, ayakta bir işçi sınıfıyla gerçekleştiremeyeceğini biliyor. Bunun için her şeyden önce uygulanan ekonomi programının bir tür toplumsal konsensüsle ilerlemesini istiyorlar. Yerel seçim sonrası siyasetteki yumuşama ikliminin buna hizmet etmesi bekleniyor. Şimdilik ediyor da.
Ama şimdilik.