"Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu istikrarsızlık ve kriz tablosu, işçi sınıfı adına siyaset yapanların 'yönetemiyorsanız bırakın biz yönetelim' iddiasıyla hareket edebileceği bir zemin sunuyor."

Avrupa’ya üzülelim mi?

Ya da bir başka ifadeyle Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları bize ne hissettirsin? 

“Siyasi bir gelişmeyi hislere yaslanarak mı değerlendireceğiz” diyebilirsiniz. Biz değerlendirirken hislerden yola çıkmayalım elbette ama gelişmelerin ortaya çıkardığı ruh halinin ve yerini neye bırakması gerektiğinin biraz üzerinde duralım.

Özellikle Avrupa Birlikçi düşüncenin etki alanındaki toplumsal kesimler için sonuçların bir hezeyan boyutunun olduğu ortada. Özgürlükler ve demokrasi adına yüzlerin çevrildiği “kale”nin bu anlamda sarsıldığına ilişkin emareler uzun süredir vardı fakat bunun Avrupa’nın birçok ülkesinde faşizan bir söylemle hareket eden partilerin seçim başarısıyla da tasdiklenmiş olması ülkenin AB rotasından şaşmaması gerektiğini düşünenler ve o bize gelmiyorsa “en kötü ihtimalle biz gideriz” yedek planıyla hareket edebilenler için büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı kaynağı oldu.

Bu hezeyanın emekçilere doğru yaygınlaşmasını önlemek ve sonuçlara gösterdiğimiz tepkinin ortaya bir enerji çıkarabilecek boyutunu doğru yönetebilmek için bazı doğruları birlikte hatırlayalım.

Avrupa’nın tarihsel olarak faşizmin ortaya çıkışını, kendisiyle bağını unutmak ve unutturmak istediği bir ayıp gibi gördüğü malumumuz. Bugün meşruiyeti emperyalist merkezlerin kalbine doğru kalıcı bir biçimde yayılmış Filistin direnişiyle dayanışma için kurulan Filistin kamplarının Almanya’daki bir örneğinin hemen karşısında bir “İsrail kampı”nın da sakince varlığına devam edebiliyor olması Almanya devletinin İsrail’le gelişkin ilişkilerinin ve başından beri alınan İsrail yanlısı tutumun yanı sıra bu ayıbın diyetini ödeme psikolojisi ile anlamlandırılabilir sanırım. Oysa faşizmin teorize edilmesini olanaklı kılan ilk pratikler bu coğrafyada hayata geçti. Ve kaynağında Avrupa'yı Avrupa yapan evrensel değerlerden sapılması değil, sermaye egemenliğinin ihtiyaçları yatıyordu. Bu açıdan tarihsel faşizm bir anomali değil, kapitalist sistemin sürekliliği için sermaye-devlet-toplum ilişkilerinde ihtiyaç duyulan yeni formdu. 

Şimdilerde ise emperyalist sistemin süregelen hegemonya krizi emperyalist sistem içinde yer alan tüm aktörlere farklı şekilde yansıyor. Avrupa Birliği’nin iç ahengini uzun süredir korumakta zorlanması da bununla ilişkili. NATO ve ABD’nin önceliklerine tamamen angaje olmuş bir dış politikanın iç siyasetteki tetiklediği kriz dinamiklerinin giderek daha görünür olduğu ülkelerde siyasette hızlı yer değişmeler yaşanıyor. Savaşa, göçe, işsizliğe, sosyal devlete içkin tüm uygulamaların ve işçi sınıfının kazanılmış haklarının her gün daha da budanmasına tepkilerin mevcut siyasi aktörler tarafından kapsanması zorlaşıyor. Bu değişim bir kısmı ömrü çok kısa olan partilerle temsil olsa da bir bölümü siyasete daha kalıcı olarak tutunma eğilimi gösteriyor Almanya’da Sahra Wegenknecht Birliği partisi örneğinde olduğu gibi. 

Bu dinamizmin tek başına düzenin devamı açısından çok hayra alamet bir dinamizm olmadığını söyleyebiliriz. Kurumsallaşmış ve bir süreklilik arz eden partilerin ve siyaset kurumunun yerini çok değişken ve bazı açılardan öngörülemez bir tabloya bırakması krizin bir göstergesi. Kriz bu düzenin krizi. Tekil tekil bu ülkelerdeki burjuva iktidarların da ötesinde bir role sahip olan ve dünya düzeni açısından bu ağırlıklı rolü sürdürme ve kitleleri peşinden sürükleyebilme kabiliyeti sarsılan bir emperyalist merkezin derinleşen krizinden ne için endişeye kapılalım?

Ancak diğer yandan faşizm, kapitalist devletin sermaye sınıfının gündelik bazı çıkarlarının göz ardı edilmesi pahasına uzun vadede iktidarını koruyabilmesi refleksiyse, bu refleksin toplumsal aranışa daha fazla yanıt verir hale gelmesinden endişelenelim. Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde emekçileri endişelendirmesi gereken sermaye sınıfının krizini aşmaya dönük bir yönelim içine girdiğinin hissedilmesi olmalıdır. Konunun hoşumuza gitmeyecek bir diğer boyutu ise toplumsal tepki ve aranışın yolunun bir kısmı “bağımsızlıkçı” ve güvenlikçi söylemi öne çıkaran milliyetçi partilere, bir kısmı ise düpedüz faşist bir karakter taşıyan hareketlere çıkmasında, solun yukarıda sıraladığımız gerçek sorunlar alanını ya terk etmesi ya da tamamen liberal saiklerler hareket etmeye başlamasının doğrudan payının bulunmasıyla ilişkili. 

Sonuçta seçim sonuçlarının ortaya koyduğu bu istikrarsızlık ve kriz tablosu, işçi sınıfı adına siyaset yapanların “yönetemiyorsanız bırakın biz yönetelim” iddiasıyla hareket edebileceği bir zemin sunuyor. Ancak Avrupa’da komünist hareket ne yazık ki uzunca bir süredir bu iddiayı ete kemiğe büründürecek bir gövdeden yoksun. Daha geniş anlamıyla sol ise bu iddiayı zaten bir kenarıya bırakmış ve düzen değişikliği talebinden çoktan vazgeçerek bu talebi soyut bir demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesi ile ikame etmiş, birçok örnekte ise düzen içi bir unsur haline gelmiş durumda. Eğer ne yaptığını bilen komünist partilerden yalnızca kendi güncel gerçekliklerinden ve ölçeklerinden hareketle devrimci iddialarından havlu atmalarını beklemeyeceksek, “sol”un imajına her anlamda galebe çalan liberal etkiye karşı mücadeleyi güçlendirme ihtiyacının altını çizmek gerekiyor.

Nitekim bir süredir komünistleri ayırt eden siyasi öncelikleri silikleştirerek yaygın bir demokrasi mücadeleciliğine kendisini kaptıranların beklediklerinin aksine seçimlerde de sahip oldukları desteğin düşüş eğilimi içine girdiği görülüyor. 

Peki sol ittifaklar geriliyor, sol popülizm ve sosyal demokrasi mevzi kaybediyor, faşist hareketler güç kazanıyorken Yunanistan’ın köklü mücadele deneyim ve geleneğine sahip komünist partisinin bugünkü şartlarda aldatıcı bir biçimde mütevazi görülebilecek başarısını nasıl kutlayabildiğimiz soruluyor. Evet, Avrupa Birliği dağılıyor diye karalar bağlamıyoruz çünkü istikralı bir Avrupa Birliği’nden Avrupa ve dünya halkları adına bir beklenti içerisinde değiliz. Fakat belki bugün daha az tartışılan bir boyutuyla, bir bütün olarak batı emperyalizminin zayıflıklarına işaret eden bu tabloda doğan boşlukları dolduran siyasi hareketlerin sınıfsal karakterinden bağımsız bir analiz yaparak çıkan sonuçtan tatmin olma gafletine de kapılmıyoruz. Faşizmin sermaye düzenine rağmen değil sermaye düzeni için olduğunu hatırlatmışken, güçlü bir işçi sınıfı hareketinin yokluğunda bu zayıflıkları değerlendirerek iktidara gelen bir faşist siyasetin krizin aşılmasını sağlamasa bile yönetilmesine yardımcı olabileceğini ve bundan en acımasızca payı yine işçi sınıfının alacağını bu hatırlatmanın yanına ekleyelim.

Sadece komünistlerin emekçi halk adına değerlendirebileceği bir kriz tablosunda bir komünist partisinin istikrarlı bir biçimde oylarını artırması, yalnızca sahte solun emekçileri düzene bağlama yeteneğini zayıflattığı için değil, faşizmin yükselişinin önünde durabilecek yegâne güç işçi sınıfı hareketi olduğu için de anlam taşıyor. Avrupa Birliği masalıyla zihinlerin bulandırılmasının da, komünist hareketin etkisizliğinde emekçilerin faşizmin potansiyel kitle tabanı olmaya sürüklenmesinin de panzehiri işçi sınıfı siyasetinin bağımsız bir aktör olarak masaya elini vurmasında yatıyor.