Minibüsten İnen Tatlıses

Balıkçı tezgâhıyla yeşillik satıcısının arasındaki mukavvaların üzerinde sızmış yaşlıca bir sarhoşu ayaklarıyla dürtüyorlar. “Kalk lan Cemal, hişt!” Durduruyoruz. “Bırakın adamı yahu, bizim dediğimiz bu değil, aradığımız şair.” Dürtükleyen, işin dalgasında. “Bu da şiir yazar, bu da.”

Ender Helvacıoğlu’yla birlikte Cemal Süreya’nın evini ararken, “Cihan Seraskeri” yerine “Serasker” olarak verilmiş adresteki hane no buraya denk düşmüş bir kere. Ve maalesef “kimi arıyorsunuz?” diye sorulmuş, “nereli bu?” diye biyografiye yanaşılmış, yakamızı kurtaramamışız… Kâh gülüp kâh öfkelendiğimiz serüven başlamış, “aşk” konulu konferansına götürmek üzere evden alma “inceliğimiz” fiyaskoyla sonuçlanmış, biz ortalıkta yardımsever esnaf eskortluğunda dört dönerken o umudu kesip kalkmış kendi başına gitmiş, biz doğru adrese ulaşıp evi bulana kadar da konuşmayı bitirmiş bile…

Neyse ki sokağı bulmuşuz, evi öğrenmişiz, hem de imanımızı gevretmiş bu adresi artık unutmamacasına. “Cihan Seraskeri”… Yanılmıyorsam, sonradan kendi adını alacak olan bu sokaktaki eve sıkça gitmeye başlayacağım çok geçmeden. Perşembe sabahları gidişim bir başka ama.

“Cemal Abi, mahalleli ne düşünüyor hakkımızda acaba…” Öyle ya, her perşembe, sabahın köründe bir genç geliyor gözü saatte, bekliyor evin parmaklıklı penceresi önünde, bir el bir zarf uzatıyor, “tashih sana emanet” diyor çınlamalı bir ses. Genç, sonradan mutluluk anısı olacağını bilemediği bu angarya ve afyonu patlamamışlıktan gelen suratsızlıkla, alıp zarfı uzaklaşıyor. Evin hemen bitişiğindeki, mavi boyalı yufkacı oluyor bazen zarfın bırakıldığı yer. Kapısının altından atılmış geceden, sabah uyanılamayacağı kestirilmiş. Yufkacı da muammada! Bu hal, vapura binene kadar sürüyor. Vapurda açılıyor zarf. Asla ataşla filan değil, mutlaka, çoğunda pas izi yapan toplu iğneyle tutuşturulmuş, üçüncü hamura iki daktilo sayfası yazı çıkıyor içinden ve müthiş bir keyif başlıyor. Perşembeleri gelmiyor dergiye Cemal Abi ve buharı üstünde “İzdüşümler”i ilk okumak bana nasip oluyor.

İşte bunlardan biri, İbrahim Tatlıses portresiydi. Bu muazzam “izdüşüm”, Tatlıses’e “suikast” sonrası, Radikal gazetesinin aklına geldi ve yayınlandı. Soranlar oldu, benim bunu nasıl atladığımı. Oysa, günümüzdeki Tatlıses portresinin ana unsurlarına, başka yerlerde işaret etmişti Cemal Süreya. Kişi olarak değil, bir toplum, bir sınıf olarak İbrahim Tatlıses olgusunu açımlamıştı. “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” şiiri ve “Ün ve Efsane” yazısı.

Neden? Çünkü, ilk vurulma anından itibaren, güzellemeler ya da ilenmeler malzemesi olarak Tatlıses’in yapıp etmelerini değerlendiren yazı ve konuşmalarda, bir kişi etrafında dönüyor öykü. Büyük ses sanatkârlığından arabeskçi lümpenliğine, yardımseverliğinden mafyözlüğüne, merhametinden kadın dövmesine, Kürtlüğünden hainliğine, mazlumluğundan zalimliğine, vurulmuşluğundan vurmuşluğuna, bir sarkaç salınıyor. Nereden bakılsa, kendini yaratmış, yolunu çizmiş bir kişilik oturuyor merkeze. Ama, yaratılmış ve yolu çizilmiş, kişilik verilmiş olarak tanımlandığında değişiyor iş. Bu salınan sarkacın toplumsal dayanaklarıyla nerede kesiştiğine bakarak anlaşılabiliyor Tatlıses. Tek tek ele alınıp alt alta sıralandığında bir alaca renge denk düşen nitelikler, bunların altına bir toplam çizgisi çekildiği zaman bize daha işlevsel bir portre veriyor.

“Halk kahramanı” denilmesi, o kadar da kuru sıkı bir sallama değil. Sadece “ünlü” denilemez Tatlıses’e.

“Ünü, ad yapma, adını duyurma, adını kendi çevresinden aşırarak türlü toplum kesimlerine düşürme, kısacası, halka yayma olarak tanımlayabiliriz.”

Bu, çok rastlanan bir durum. İbrahim Tatlıses’i, herhangi bir ünlüden ayıran, “halk kahramanı” ya da “efsane” yapan başka unsurlar eklenmeli:

“Olayların ya da kişilerin, kitlenin ortaklaşa düşgücünde değiştirilip abartılması, yeni görüntüler kazanması.”

“Kitlenin birtakım derin özlemleri vardır kitle, bir olayı, bir kişiyi, o özlemler çerçevesinde hayatın atomlarına indirir. Onu kendine özgü bir dışavurum biçimi haline getirircesine çarpıtır, düzeltir.”

Bir “Ayağında Kundura” türküsünü seslendiren hançere, elde bir değer olarak, bunu toplumda yansıtacak olanaklar, araçlar bulduğunda “ün” gelecek, buna, bir inşaatta türkü söylerken keşfedilmiş yoksul öyküsü eklendiğinde, “efsane”nin temeli atılmış olacaktır. Cemal Süreya’nın İbrahim Tatlıses’i Turgut Özal’la aynı bileşik kapta görmesi, bir anda herkesin köşeyi dönebilme ihtimali olduğu zihniyetinin cisimleşmiş hali oluşundandır. Kitle, hem bir somut örnekte bunu görerek hayalleriyle özdeşleştirmiştir türkücüyü, hem, kendisi gibilerin sesi, yırtışı, “ötekiler”e kendini kabul ettirişi duygusu yaşamıştır.

“Mazlumluk, ezilmişlik, haklılık, haklılığın kitlenin hak anlayışıyla birleşmesi, bir de gözüpeklik. Efsaneleşmiş kişide, efsaneleşmiş olayda, kimi zaman bu öğeler yan yana gelir.”

Bu öğeler, Oxford’suz bırakılmış Urfa’dan, Kürt bir inşaat amelesinden, “at, avrat, silah”tan çıkıp gelen Tatlıses olgusunu tamamlamıştır ki, efsane bu topraklara özgü yorumuyla doğmuştur. Tatlıses adı büyüdükçe, ne kadar sınıf atlarsa atlasın, ne kadar artık başka birine dönüşürse dönüşsün, yediği her herze, bu mitosa yorulmuş, kitlenin içine su serpmiştir. Basar parayı, basar tokadı, basar tetiği ve hepsi cahil, mahrum bırakılmışların, nazenin dünyaya bilek ve cüzdanla meydan okuyuş olarak algılanır. Ne de olsa, efsanelerde gerçeklik çarpıtılır, düzeltilir, özlemlere uyarlanır.

Bütün bunları yapması, özündeki ezikliğin, mutluluğu bulamayışın yarattığı öfke gibi algılanacaktır. Kuraldır:

“Ün efsaneye dönüşürken, mutlaka bir ezilmişlik, hiç değilse mutsuzluk gerekecektir.”

Silah, kabadayılık, kadın dövme, adam vurma, yargı ve hapis dökümünde, Yılmaz Güney’le İbrahim Tatlıses arasında sık sık kurulan paralellik, ancak bir toplam çizgisi çekmenin bilinçli olarak atlanmasıyla mümkündür.

O toplam çizgisi verecektir bireyin toplumsal izdüşümünü ve yapıp etmeler böylece anlamlı hale gelecektir. Bunun yapılmadığı durumlarda, işte Fatoş Güney Süleymangil bile çıkıp, Mahsun Kırmızıgül’ü Yılmaz Güney çizgisinin mirasçısı ilan edecek kadar kendini kaybedecektir.

Şimdi, Cemal Süreya şiirinde, bu “efsane”nin sosyal tabanına bakalım.

“Onlar İçin Minibüs Şarkısı”, bir minibüs yolcusunun, camdan, türedi burjuvaziye bakışıdır bir anlamda.

“Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları” onların.

Tatlıses, bileşik kap ortağı Özal döneminde ortalığı kaplayacak “onlar”ın dünyasına, minibüsün camından bakan, tek sermayesi tahta bavuldaki gırtlağı bir mahrum olarak ayak bastığında, Süreya’nın deyimiyle, “ün”ünde hiçbir efsane payı olmayan “kıro çocuk”tu. Bu özelliği, kısa sürede “halk kahramanı” yapacaktı onu, ama, daha ilk sapakta minibüsten indiği, camdan bakılan hale geldiği, “onlar”dan biri olduğu fark edilmeyecekti. Bilinçsiz ama sezgisi güçlü olduğu için mi başarabilmişti bunu? Hayır. Toplumun kahraman kavramı, “kıro çocuk”tan, “hisse senetli lümpen”e kaymıştı. “Onlar” kazanmıştı ve “kıro çocuk”, aynı onlar gibi olarak ayakta kalabilir, bir yandan da kitleyi truva atı gibi içlerine sızdığına ikna edebilirdi.

Kuralına göre oynayacaktı. Arabeskse revaçtaki arabesk, sosyeteyse alem sosyete, paraysa tek değer para. Minibüsten çıkınında indirdikleriyle hemhal edecekti bunları. Lahmacun, kabadayılık, avrat… Ve cehalet ki, bir efsane körükleyen rozet gibi takılı duracaktı yakasında. “Sorulardan korkarlar yine de yanıtları hazırdır her şeye.”

Tatlıses’in yaptığı buydu işte. Minibüsten inip “onlar”a katışmak.

“Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler.
Ulusçudurlar, bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar.”

“Suikast”e uğradığından bu yana, İbrahim Tatlıses’e “halk kahramanı” ağıtları yakanlarla, Yılmaz Güney’in ölümünde “lümpen” edebiyatı yapanların aynı kalemler olması, bir sınıf bilinci göstergesidir. Nitelik ve yapıp etmelerin alt alta sıralanmasının değil, toplam çizgisinin öneminin farkındalıklarını gösterir.

Minibüsün dikiz aynasındakileri yansıtır Yılmaz Güney. O aynada, İbrahim Tatlıses de belirmiştir. Tatlıses’in aynadaki görüntüsü, “onlar”ın izdüşümünü verdiği içindir bunca yüceltme. O aynada “onlar” yansıdığı içindir Yılmaz Güney’e öfke.

Minibüsün içinde ve dışında iki sınıf, iki katman.

İçlerinde Tatlıses’i hâkir görenler, “kıro çocuk” demeyi sürdürenler de dahil, kirli bir çarkın içinde hep birlikte devinen, ünün ve paranın pespayeliğiyle yücelen bir fenomendir “onlar”. Dolayısıyla, tek başına bir İbrahim Tatlıses portresi çizilemez. O, “onlar”dır. “Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun.” Onların dünyası olduğu için vardır Tatlıses diye biri.

Kitlenin efsane yaratmaya eğilimi mi? Bir gün minibüsün camından bakarlar ve dışarıda birini görürler… Bir dikiz aynasından…

“Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler.”