Bilgelik, savaşanın sadeliğidir

Geçenlerde “fumetti’ciyim” demiştim ya, işte o çizgi romanların kült karakterlerinden biri olan Tex Willer, bir beyaz adam olarak aynı zamanda Navajo yerlilerinin de reisidir ve “Gece Kartalı” olarak da bilinir. Senaryoları benzerlerine göre daha sağlam dokuludur ama, okudukça bir şey aklıma takılırdı hep. Diyelim bir maceranın orta yerinde, “atlar yoruldu, biraz mola verelim” gibi sıradan bir şey söyler, yerliler “ugh! Gece Kartalı bilgece konuştu” diye yanıtlar. Bu sık rastlanan bir sahnedir.

Oldukça sert ve köşeli bir tip olmasına rağmen, acaba adamcağızla dalga mı geçiyorlar diye düşünürdüm önceleri. Sonra, alt tarafı “haklısın, tabii” diyorlar da, yerli algılamasına uygun bir çeviri ağdalaması mı söz konusu dedim. Efsanelerle, şamanlarla, nesiller boyu doğayla iç içelikten gelen ağırlıklarıyla bu kadim insanlar, bu kadar basit bir şeye “bilgece” derken, reislerine yalakalık yapıyor da olamazlardı. Atlar yoruldu, biraz mola verelim. Bilgelik bunun neresindeydi ki?

Sonra buldum yanıtını. Herkesin gördüğü çok basit bir soruna, herkesin göreceği bir çözümü yalın halde dile getirmekteydi. Atlar yorulduysa, mola verilmeliydi. Evet, bilgelik bu sadelikteydi. Yüzlerce yılın derinliğinden süzülen özdü bu. Yerliler basit yaşıyor, bu basit yaşamı doğadan gözlemliyor, onunla uyum için derin düşünüyor, ulaştıkları felsefe düzeyinde ifadelerini sadeleştiriyorlardı. Yaşamla iç içeydiler, ölüm kalım savaşı veriyorlardı ve bilgelik bunu kavramışlıktı.

Cemal Süreya’nın, “en inceldikten sonra ilkel sözcüklerle konuşmak” mertebesindelerdi anlayacağınız.

O aşamaya gelemeyenler, cakalı sözleri derinlik olarak tanımlarlar. Kim bilmez, “Dünyayı Sarsan On Gün”ün “basit işçi” bolşeviğini. “İki sınıf var” deyişinin, “ya oradasın ya burada” deyişinin naifliğini, karşısındaki menşeviğin buna yanıt olarak buluşturduğu diskurların göz alıcılığını. Hangisi bilgece? Apaçık olan sade gerçeği dile getirmek mi, bu apaçık gerçeğin üzerine boca edilen sorgular, analizler, farklı bakış açıları arayışı mı? 

“İki sınıf var”a, yüzlerce yıllık toplumlar tarihinin, ekonominin, siyasetin, felsefenin bütün derinliklerinden geçerek varıldığı gerçeğinin karşısına, bunu geçersizleştirecek bir şey çıkarılabildi mi? Bilgelik sözde miydi, özde mi?

Navajo yerlileri, barış çubuğu tüttürüp Manitu’nun sonsuz çayırlarına göçmüşçesine eyersiz ve nalsız at koşturup dursalardı, gerek olmayabilirdi sadeleşmelerine. Ama bizonlarını, otlaklarını, ağaçlarını, yani yaşam alanlarını, kültürlerini yok eden istilacı “wasichu”lara karşı savaşıyorlardı. Toprağın alınıp satılacağına, sarı madenin, üstü boyalı kâğıdın her şeyi yok etmeyi göze alacak kadar değerli olduğuna, uygarlığın böyle gelişeceğine inanmıyorlardı. O yüzden “atlar yorulduysa mola verelim” kadar basitti, çünkü yaşamsaldı mesele. Bunun karşısına “moladan başka bir çare aramak” çıkarılabilir miydi? İtiraz edilemeyecek kadar açık bir gerçek, yenilir miydi?

Tarihsel ilerlemenin kaçınılmaz bedelleri, Engels’in “talihsiz halklar” kategorisi, toplumsal zorunluluklar filan ayrı tartışma konuları. Savaşan sadeleşir. Sadeleştikçe bilgeleşir.

Meselenin künhüne varmak denirdi eskiden. Özü kavramak. Öz, kendisini en geç verendir. Önce nesne ya da kavram, olgu ya da zihin, bütün veçheleriyle masaya yatırılacak ki, öze doğru yolculuk başlasın. Yani, entellektüel derinleşme ya da çok yönlü analizle, kargadan başka kuş tanımazlık arasında geçilen bir köprünün ayaklarını göremezseniz, dudak bükersiniz sade bilgeliğe.

Komünist Parti Manifestosu yazılmadan önceki bütün toplumsal tarih, ekonomisiyle felsefesiyle, sanatıyla siyasetiyle en ince noktasına kadar analiz edilip, bütün bu birikimden, insanlığı merkeze alan bir perspektifle vardığı sade sonuç, yazıldıktan 171 yıl sonra da özündeki geçerliliğini koruyorsa, proletarya ve burjuvaziyle son tanımı yapılan “toplumsal tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” saptaması, o dönemlerden kalma basit bir hipotez olabilir mi? Sovyetler Birliği’nden geniş bir ülkeler coğrafyasına kadar sosyalizm deneylerinin insanlığa bıraktıkları, sonuçları itibariyle sanıldığı ve yayıldığı gibi bunu yanlışlıyor muydu, yoksa çözülme sonrası dünyada daha da güçlendiriyor muydu?

O günden önceye, özellikle de o günden sonraya bakın, egemen sınıfın egemen sistemi, modern filozofları, toplumbilimcileri, akademisyenleri, sanatçıları, ekonomistleri, medyaları, pazar stratejileri, siyasal erkleri, cebir kuvvetleri, teknolojik oyuncakları eliyle bunu geçersizleştirmeye, ıslah etmeye, ihtilalci özünü rendelemeye çalıştı, akıllarda soru işaretleri doğurmak, derinleşme ve değişen çağı, yaşanan günü kavrama yanılsamaları uyandırmak için debelendi. Sınıf mücadelesini ve insan sömürüsünü gizlemek, olmazsa sürgitliğini kabullendirmek için olmadık yöntemler uyguladı, alıklaştırıcılığa, oyalamacılığa güç verdi. Öyle ki, zor kullanması sökmedikçe, kimi önermeleri kabullenmiş görünüp değiştiği, insancıllaştığı maskesine bile yeltendi. Sonuç?

Sonuç, “ilkel, basit” bir saptamanın yerinden kıpırdatılamazlığı oldu. Tarih sınıf mücadeleleri tarihiydi ve “proletarya diktatörlüğü, emekçi iktidarı” insanlığın geleceği için zorunlu ilk adımdı. Bu, bir savaşın insanlık cephesinden bilgece ifadesiydi ve öncülleri geçersizleştirilemedikçe, bütün haşmetiyle duruyordu orta yerde. Ona karşı fırlatılmış bütün “derinlik” yaldızları hızla dökülüyor, çırılçıplak kalan gerçek değişmiyordu.

En rahatladığı, artık başardık dediği noktada, toplumu inanç ve kimliklerle, sınıf atlama düşleriyle, güç yetirilmezlik acziyle kontrol altına aldığını düşündüğü ve düşündürdüğü sırada, bir ağacın kesilmesi, bir kadının öldürülmesi, bir çocuğun ağlaması, bir yoksulun intiharı, bir emekçi grevi, bir sel baskını, artık dindiği, bastırıldığı hayalini kurduğu çığlığın tekrar tekrar yankılanmasıyla silkeliyordu işte sistemlerini.  Her bir halka, zinciri gösteriyordu. Tutulan ipin izi sürülünce, yumağa varılıyordu. Bir cümlecik, basit bir cümlecik, yerle yeksan ediyordu yüzlerce yıllık “derinlik”lerini. Gerçek, peri tozlarını üfürüyordu serpildikleri her yerden, maskeleri yırtıyordu.

Ufukta seçim göründü örneğin. Şimdiden, sistemin aktörleri arasında dağılım dikkatle gözlemlenmeye, merkez sağın AKP odağını nasıl yontabileceğine, buradan kimin sıyrılacağına, haliyle kimin desteklenmesi gerektiğine ilişkin teoriler, analizler, taktikler ufak ufak dillendirilir oldu. Aritmetikten toplumbilime, aman daha ne incelikli tezler saracak ortalığı kim bilir.

Bu alaca bulacada, seçimden seçime değil, her gün her saat dillendirdiği şeyi, “kaba, eprimiş, eski” yaftası asılmış bir ifadeyi tekrarlayacak bir parti. “Toplumsal tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” ve “uzlaşmaz iki sınıf vardır”. Sosyalizm diyecek inatla, bulandırmadan. Ya sosyalizm ya insanlığın çürüyüşü! Gerçeği, sadece gerçeği, meselenin künhünü söyleyecek. Hiçbir süse, takıya ihtiyaç duymayacak kadar haklı.

Bu, yaşamı yok etme aşamasını hızlandırmış ölümcül bir sisteme karşı savaşanların bilgeliğidir. Sade, açık, net. “Onca şaşaalı modern düşünce tarzları karşısında” sorgulayanlar, bütün bir toplumsal tarihten günümüze kadar uzanıp baksınlar ve vardıkları sonucu söylesinler.

Kimileri için, dile getirilmesi gerekmeyecek kadar basit bir gerçektir bu. Tamam, o şurada zaten elde bir olarak dursundur da, bugün onu başka unsurlarla takviye etmenin, zamanını getirmenin yollarını arayalımdır. Saplanıp kalmayalım bir doğrunun tekrarına da, günü yakalayalım, güç biriktirelimdir. Sonucu, gerçeğin karartılması, hep “şurada durmaya” terk edilmesidir. Bu, yüzlerce yıldır denenen egemen sınıf sığlaştırmacılığının “bilge” edalı tezahüründen ibarettir.

Savaşan, sadeleşir. Sadeleştikçe bilgedir.

Bir sade gerçeği büyüyen umut yapmak, hayata egemen kılmak, yorgunluk tanımadan, mola vermeden yürüyenlerin harcıdır. Eteğinden paçasından çekiştiren yaldızlara dönüp bakmadan, eğilip bükülmeden.