Ne güzel bir kadındı, adını anımsayamadım, nedense Ülkü diyesim geldi ama değildi, bir eli fark edilir derecede küçüktü diğerinden, işte o, ev yapımı salça getirmişti Yeryüzü’ne, ben karşı bakkaldan sıcak ekmek almıştım, pul biber ve kekik vardı çekmecede, karıştırıp bana bana yemiştik ki, yanında tek gözlü elektrikli ızgarada fokurdayan çayla, ne güzel bir öğündü, zamanını anımsayamadım.
Unutmamanın, bilmenin yeter görülüşüyle hayat arasındaki tezat, bir kişilik bölünmesi yaratıyor sanki. Bunun iyi yanı, içeride birşeylerin olabildiği kadarıyla diri kalmışlığı, ikrar gereği duyurması. Kötü yanı, gerçek dışılığı.
Neslican Tay, bir “amansız hastalığa” direniş, teslim olmama, ölümün elinden ne koparabilirse onu sahiplenme, küçük şeylerden büyük sevinçler devşirme, örnek bir umut öyküsü paylaşma gibi, yaşam mücadelesini ayakta kalarak sürdürme figürü olmanın ötesine geçti, erken bir kaçınılmazlığa yenildiğinde.
Geçenlerde “fumetti’ciyim” demiştim ya, işte o çizgi romanların kült karakterlerinden biri olan Tex Willer, bir beyaz adam olarak aynı zamanda Navajo yerlilerinin de reisidir ve “Gece Kartalı” olarak da bilinir. Senaryoları benzerlerine göre daha sağlam dokuludur ama, okudukça bir şey aklıma takılırdı hep.
Görebildiğim kadarıyla, son günlerde kamuoyunu “heyecanlandıran” üç şey oldu. Ekrem İmamoğlu’nun, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kullanımındaki kiralık araçları sergilemesi; Canan Kaftancıoğlu’nun duruşması; ve en sarsıcısı, iki rap parçası…
Esnek bir dalı eğerek
ve parmaklarımızın üzerinde
hafifçe yükselerek
koparıp alır gibi ballı inciri
biz hazırız.
-Mehmet Barış-
Deng Siao Ping, iktidarı aldığı zaman, Çin’in ekonomik büyüme hedefine ulaşmasının rotasını çizerken, izleyeceği politikayı veciz ifadeyle tanımlama geleneğini sürdürmüştü. “Kedinin rengi önemli değil” demişti, “fareyi yakalaması önemli”.
Bizi daha kapıda görür görmez, kovmaktan beter ederdi, sanmam ki yaşıyor olsun. Sağ elinin dışını sol elinin avucuna vurur birkaç kere, geçerdi dalgasını. “Aha, geldiler yine, az kuru, az pilav, bol ekmek, su katiyen yok!”
Çizgi roman kahramanlarının belki de en çok bilineni Superman’in, yani Kripton gezegeninin yok olmasından hemen önce bir roketle uzaya fırlatılarak kurtarılan ve Dünya’ya, ABD’nin Kansas’ında Smallville kasabasında bir çiftliğe düşen Kal-El’in yeni bir animasyon filmi hazırlanıyormuş.
Buz gibi koyu bir karanlık, iri yağmur taneleri, acı acı uluyan rüzgâr. Korkunun bu klişe atmosferini bile kullanan, sade bir hikâyedir “Korkulu Gece”.
Alternatif çoktu. Masa başına geçme zamanı gelene kadar elbet seçerdim birini. Yaptığınız planla hayat arasındaki ilişki üzerine bir aforizma vardı, gelmedi aklıma şimdi, ama alternatif çoktu.
Bir uğultu ülkeyi saracak ki, bir şehir, bir vapurun üst güvertesi bundan payını alacak. Duyuyor musunuz dümbeleğin ritmik sesini? Düm teke düm tek.
Denizin sonsuz öfkesi sinince, şiir yok olunca, şarkılar unutulunca… Düm teke düm tek.
Ne zaman deniz ölse, denizanaları çoğalırdı çünkü ve sesler yükseliyordu ritme eşlik ederek. Seksen, doksan, yüz! Karada yüz! Denizde yüz!
22 Mayıs 2010’da yapılan CHP 33. Olağan Kurultayı’nda genel başkanlığa gelmiş Kemal Kılıçdaroğlu. Bunun öncesi, Baykal’ın gidişine varan video kayıtları filan belleklerdedir. Bu süreci, aynı gün, henüz başkan ilan edilmeden, bu köşede değerlendirmişiz. Yazının finali, şöyleymiş:
Yenikapı mitingiyle Fazıl Say “değer kaybederken”, yine aynı mitingle Sıla gündemimiz oldu.
“Deklanşörün efendisi Ara Güler, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşantısından kesitleri fotoğraf karesine aktardı.” Haber bu.
Birkaç gündür kamuoyunun gündeminde kendince yer eden olay, “sanatsal boyutu”na da binaen, aslında böyle eser miktarda edebi bir cümleyle aktarılabilecek kadar basit.
Diyor ki Aziz Nesin, “işçi sınıfımızın hedefine bir adım daha ilerlemesine bir basamak olur diye tüm yaşamımı önlerine serdim, yüreğimi ortaya koydum”.
Oluyor iki-üç hafta kadar. Arada bir takıldığımız izbe kıraathaneye uğradım. İzbeliğini belirtmem, bizimkilerin masasında oturan tanımadığım şahsın, giyiminden oturuşuna ortama tezat halinden. Geçip gidecekken, zırhlı arabasının önünü tezahüratla kesen ayaktakımının bir çayını içme alicenaplığında bulunmuş gibi duruyor. Ve o anlatıyor, masa gülüyor...
Profesör Celal Şengör’ün, jeofizik dalındaki çalışmaları önemini yitirir mi, adam dünyaya “sek faşist” baktı diye? Tektonik araştırmaları geçersizleşir mi? “Jeo...” der demez milletin aklına gelen tek şey olan depremle ilgili öngörüleri, sunduğu veriler, nesnellikten kopar mı? Hayır.
Celal Şengör işin bokunu çıkardı, kabul. Ama ortada bir kimlik beyanı olduğunun üzerini örtmeye varırsa tepkiler, korkarım bir ders alma fırsatını kaçırma riski doğar.
1 Kasım seçiminin olumlu sonuçları da var mı diye bakarsak, ilk sıraya geçmiş olmasını koyabiliriz. 7 Haziran’ı önceleyen günlerden başlayan “seçim süreci” 2 Kasım’a kadar sarkmış, gündemi belirlemişti. Azalarak bitiyor.
Sandık sonuçlarının her yönüyle ve farklı açılardan değerlendirilmesi de, hemen her şey söylenerek, artık yerini var olan tabloya göre mevzilenmeye bırakıyor.
“Yemek yenirken ‘yarın cumhuriyet ilan edeceğiz!’ dedim. Orada bulunan arkadaşlar, hemen düşüncemi benimsediler. Yemeği bıraktık.”
Kendisinden başka o sofrada oturan yedi isim sayar Mustafa Kemal. “Cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmayı ve onlarla görüşüp tartışmayı gerekli görmedim.”
Dün, iki ölüm haberi geldi. Önce Çetin Altan, sonra Yılmaz Köksal. Bu iki ismi birlikte düşünmenin başka bir gerekçesi olabilir miydi? Sanmıyorum.
Biri, siyasal ve entellektüel hayata ilişkin damga niteliğindeydi, biri, pelikülde akıp giden, genel gündelik hayata etkilemeyen bir siluet. Gene de, ölüm tarihlerindeki çakışmanın dışında, ortak bir yazının konusu olabilirler mi? Sanırım.
Ne yazılır ki artık, bunca yitik üzerine. Söylenecek ne kaldı acıya dair. Söylenmedik bir şey mi var lanet içeren. Söylesek ne, söylemesek ne, öfkemiz yansır mı. Dün Ankara’ydı, evveli tarih boyu... Ne denir ki daha insana, kana, kırılmaya dair...
Craig McGregor’un, “Pop Kültür Oluyor” adlı derleme kitabındaki yazılardan birinde, bir anekdot aktarılır. Sosyalist arkadaşa sorulur: Sosyalizm, neden iyidir? Arkadaş, “çünkü kapitalizm kötüdür” diye yanıtlar. Bu, herhangi bir açıklayıcı argüman barındırmayan karşılık, ikinci soruyu kaçınılmaz kılar: Peki, kapitalizm neden kötüdür? Yanıt, beklenenden farklıdır: Çünkü sosyalizm iyidir...
Bugün liberalizmin en açık ve çirkin haliyle de siyaset sahnesinde temsil edilmekte oluşu, kendisini onlarla kıyaslayarak liberalizme karşı şerbetli olunduğunu zannettirmesin kimseye.
“Her arayışın altında liberalizm bulmak” elbet sağlıklı değildir.
Politikada da diyalektiğin anlamlı karşılığı, materyalizmle mümkündür. Olguların oldukları gibi algılanmasının üzerine çıkan zihin jimnastikleri, ne felsefenin ne diyalektiğin devreye girişi, ne “derinlik, ezber bozma, yeni yollar arama” gibi gösterilebilir. Önce madde kavranmalıdır.
Ne yalan söyleyeyim, son günlerdeki cinayetler, Meclis’te arbede, faşizmin yasallaşması, türbe nakli tamam da, tüylerimi diken diken eden şey Roni Margulies’ten geldi. “Şu ortamda hala ‘AKP demokrasiyi temsil ediyor, birileri ona karşı darbe yapmaya çalışıyor’ diyen ve milletvekili olmaya çalışanlar var!” diye bir tweet attı.
Değişik versiyonları var fıkranın, ben aklımda kalanı tercih ettim, rivayet muhtelifse de mana bir zaten.
Altında “bakalım kimi seviyor” yatan bir oyun vardır, büyüklerle yeni yeni yürüyen çocuklar arasında. Çömelirler, ellerini açıp kapatarak, biraz uzaktaki çocuğa seslenirler bir ağızdan: Kime geleceek, kime geleceek...
Hüso’nun derdi, “Reza”dan kurtulduklarına sevinirlerken, üç-beş ayakkabı boyatanın da ortalarda kalmayışı, herkesin ya devrimci postalı ya devrimci cimnastik pabucu giymesi yüzünden, işlerin berbat olduğuydu. Boyayacak kundura bulamıyordu!
Gericiliğin tam boy iktidar olduğu bir ülkede sıkça düşünür oldum Turan Dursun’u. Yeri doldurulamayan büyük boşluğunu. Ey aydınlar, demişti, öldürmeyin beni. Ben ölünce, demişti, anlarsınız, pazar kızışır…
Scott Fitzgerald, katıldığı bir davette bir bahçe masasına oturmuş, not almaktadır. Şairlerin, politikacıların, işadamlarının bu buluşmasında, az önce tam bir aristokrat edasıyla konuşan adamı, bundan az sonra mutfak çalışanlarıyla tam bir taşra halkı gırtlağıyla konuşurken görmüştür.
Altan Erbulak’ın bir karikatürü vardı, tee çocukluğumdan aklımda kalmış. Yoksa, düzyazısı mıydı? Önemli değil, çizdiği ya da anlattığı adam, yayları fırlamış, döşemesi yamalı, varakları dökülmüş, oymaları çentilmiş bir koltuğun, “barok rokoko” olduğunu söylüyordu övünerek.
Biz şimdi, buruğuz biraz. Göz göze geliyoruz, hafifçe kıvrılıyor dudaklarımız, gülümsüyoruz, dalıyoruz. Biz şimdi, çok az konuşup, derin nefes alıyoruz. Üzgün müyüz? Yoo, buruğuz biraz. Yeni Sahra’da güneş soluklaşıyor çünkü, akşam oluyor, gazetenin baskıya gitme zamanının geldiğini anlıyoruz. Her zaman cıvıldardı ortalık, telaşlı koşuşturmalar olurdu bu saatlerde, bu binada.
Her söylenenin bir tekrar niteliği taşıyacağı, orasına burasına benzer ya da farklı açılardan değinilmiş olacağı kesin, Haziran’dan söz açılacaksa.
Bir yıldır süregelen sosyal ve siyasal analizlerin odağında doğal olarak duran muazzam bir pratiğin, klasik öğretidekine uygun anlamıyla teorinin önünü açtığı ise oldukça tartışmalı.
Yazılış yılı olan 1941 itibariyle olsa gerek, sık sık, İkinci Dünya Savaşı’nın genel manzarası olarak yorumlandığına rastlarız “Zafere Dair” şiirinin. Ama bilinir ki, Kuvvayı Milliye Destanı’nın eklenmemiş parçasıdır. “Zafer arefesinde, bir mücahit ağzından” söylenmektedir.
Diyordu ya Turgut Uyar, “ah işte her şey orada”, öyle, ah bakın, işte her şey orada, Soma’da.
Sırmaları, apoletleri olmayan omuzları, göçen bir maden direğinin altındaki omuzları sevmek için her şey.
“Bir gün” kaydı düşmüştü ya Turgut Uyar, “ben severim omuzlarımı bir gün...” demişti ya, o gün geldi çattı belki de.
Bazı yazılarımın birkaç paragrafında anılarla görünüp kaybolan, zaman zaman anlatırken bir mahremimi açtığım duygusuna kapıldığım, kimileyin bir siyasal göndermenin aracı yapacak katılıkta davranabildiğim kadını çok, ama çok özlediğimi söylemek istedim bugün. Annemi. Şöyle, sadece bir evlat gibi ve sadece annem olduğu için ondan bahis açmayı çok istedim.
Ve sonra, Mâide Sûresi nazil olundu. Ve orada, “Ey iman edenler!” diye hitap edildi. “Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin” denildi...
Şu ünlü, demokratik, “çağımıza yakışır”, özgürlükçü Medine Sözleşmesi buna varmıştı. Ubâde, “İslâm ahidleri yok etti” diyecekti o zaman, sebebini de açıklayacaktı: “Kalbler değişti...” Îbn Mesleme yankılayacaktı: “Gönüller değişti...”
Bu 1 Mayıs’ta, hükümetin yasakları ve izinleri çerçevesinde, Kadıköy ve Taksim meydanlarından birini seçme, siyasal tartışma ve ayrışma noktalarından birini oluşturdu.
Geçen yıl da, birinde yasaklanan Taksim’e çıkma, diğerinde izinli Kadıköy’de toplanma olduğu varsayımına dayalı bir benzerlikle, paralellikler kurulmasının gündeme geldiğini gördük.
Tamam, dün söz verdik diye, yasak savma kabilinden kısaca devam edip bitirelim.
“Hey sen, hizaya gir, arkadaşının ensesini gör, bir kol boyu mesafeyle...” demek serbest sola. Sen şuraya geç, kırmızılı arkaya, türünden hiza vermeler meşru. Niye? “Yüzde”ler oranına geçemedi, kitle hareketlerini kucaklayamadı, çünkü söz dinlemedi! Gitsin köşeye tek ayak üzerinde dursun!
Çok da matah, sevilesi bir tip değildir belki Kipling, ama “kolonyalist” eğilimlere sahip olduğu dönemi bir an unutursanız, örneğin ünlü “Eğer” şiirine “zaman zaman” yakalanmanız mümkündür.
Yatağan işçileri ve özelleştirmeler Cumhurbaşkanlığı seçimleri Dar Bölge’li baraj sistemi 17 Aralık, Ergenekon ve yerel seçim sürecinin ortaya çıkardığı yeni saflaşmalar “sol birleşsin”lerin, “ortak gazete”lerin ısıtılışları 1 Mayıs gündemi Sırrı Sakık’ın ikrardan geldiği şeyin anlamı, vesaire...
Bir grup “fikri hür vicdanı hür” genç, CHP’yi “işgal edip” Gezi ruhunu bu partiye taşıma ve yerinden kımıldamasını sağlama projesini yürürlüğe sokmuş.
Bakmışlar ki bu parti muhalefet görevini beceremiyor, çalınan oylarının peşine düşecek takati bile yok, duruma el koyacaklarmış.
Kimdi, eğer bir filmin çok başarılı çekilmiş bir sahnesinden bahsediliyorsa, orada gerçeklik duygusundan kopuş da olduğunu söyleyen sinema kuramcısı? Bir sahnenin, iyi kotarılmış da olsa bir “sahne” olduğunu “çaktırması”, izleyicinin ya da eleştirmenin beğenisini toplamayı becermekle birlikte, farklı düzlemde bir zedelenme de yaratıyor mu gerçekten?
Yanından yöresinden dolanmayalım. Elbet, AKP’nin oylarının erimemesinde, “yeşil sermaye”nin çok ötesinde yarattığı “zenginleşmiş tabaka”nın ve bunların nüfuz alanlarının etkisi vardır. Tamam, artan kırıntılardan, kömür, makarna, çeyrek altın diye uzayıp giden, sadaka da değil, padişah ulufesinden çöplenmeye avuç açar hale düşüren bir dağıtımcılık söz konusudur.
Okan Bayülgen, birkaç gün önce, seçim sonuçlarına demografi açısından yaklaştıkları programda, “ben genel seçimlerde oyumu TKP’ye verdiğimi söyleyince, şaşıranlar da oluyor ama her kesimden büyük çoğunluk, ‘çok iyi yaptığımı’ söyleyerek kutluyor” dedi. Ve sordu, madem kutlanacak bir şeydi, sempatik geliyordu, haklı bulunuyordu, niye kendileri vermiyordu?
Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajı merakla bekleniyordu, seçim arefesine denk gelmesi de bu merakı artırıyordu. Okundu. Dinlemişsinizdir, okuyacaksınızdır. Kuşkusuz, şu apaçık nokta da, siz bu yazıyı okuyana kadar defalarca vurgulanmış, masaya yatırılmış olacaktır.
Bugün Berkin Elvan’ı yazmayı, anmayı çok isterdim. Üzerinden biraz zaman geçmesini, soğumasını, akıl duygu dengesinin sağlanmasını beklemiştim.
Ama milyonların uğurladığı bir çocuğun toprağına bırakılan misketlerden bile korkan ve aşağılıkça saldıran diktatör, canımızın yanmasını dile getirmemizin de önünde engel.
Beş yaşında var yok bir çocukla sohbete oturdum geçen. Çocuk dedimse, şimdi yaşlı başlı adam da masaya konulan anıların yaşında olunur ya hani, öyle işte.
Annesi, ona hamileyken, doğum sancıları tuttukça, “beni Âsi’ye atııınn” diye bağırırmış.
Âsi’nin taşan sularının oluşturduğu balçığa, çamura aşerirmiş annesi, ona hamileyken.
Sosyal medyada dolaşıp duruyor şu sıra, sanki bir hukuk sorunuymuş gibi bakılıyor baklava çalan çocukların mahkûmiyetiyle, ayakkabı kutularından milyonlar çıkanların tahliyesindeki eşitsizliğe. Nitelikte denk sayıp, “suç ve ceza”daki niceliğe takılıyor akıllar ve buradan bir “adaletsizlik” isyanına sıçranıyor.
Sanırım “Cevdet Bey Ve Oğulları”nın gündeme girdiği sıralardı, kendisiyle yapılan bir röportajda, Orhan Pamuk, genelgeçer bir anlatı prensibini rehber aldığını söylemişti. Üzerinde hiç durulmayacak, genel izlekte pek bir önem taşımayan noktalarda, araştırılsa doğru olduğu görülecek gerçeklere yer vermek.
John Berger, bakmış ki bulunacağı yok Spinoza’nın hep yanında taşıdığı, sık sık çiziktirdiği eskiz defterinin, oturmuş kendi kurgulamış. Felsefe tarihinin bu saygın isminin yazdıklarını, “Ethica”sı ağırlıklı olmak üzere, kendi desenleme çalışmalarında yeniden okumuş, yorumlamış, hayat vermiş ve “Bento’nun Eskiz Defteri”ni etrafına Spinoza’nın gözleriyle bakma uğraşında oluşturmuş.
Yediveren miydi hiç bilmem yerli yersiz, zamanlı zamansız açıp duran, kokusu az ama bir acayip turuncunun şaşırtıcı tonlarını taşıyan sarmaşık gülünü söktüler annemin. Üzerine titrediği gülü, iki adımcık bahçesiyle birlikte tarumar edildi. O bahçeye balkonu uzanan bir evi de olmayacak artık.
Tarihte bazı dönemeçler vardır. Değerlendirilerek ileri sıçramaların yatağı olan ya da harcanarak yeniden uzun bir pusuda kalışa terk edilen anlar. Nãzım’ın emperyalizme karşı Mısırlı kardeşlerine seslenirken dediği gibi, istiklâl otobüs değildir ki, birini kaçırdın mı öbürüne binesin. İstiklâl sevgili gibidir, aldattın mı, zor döner bir daha...
1980’lerin ikinci yarısında, Türkiye’de sosyalizm programı ekseninde yeniden bir parti kurmak için çeşitli sol kesim ve kişiler hummalı bir çalışma ve tartışma sürecine girmiş, zamanla ayrışmalar sonucu ayrı öbekler oluşmuş, Aydınlıkçılar olarak tanımlanan Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) çevresinin ağırlıkta olduğu bir kesim, ön alarak Sosyalist Parti’yi kurmuştu.
Dünkü köşesinde, ABD Hava Kuvvetleri’nde eğitim alırken NSA için casus olarak çalışmaya başlayan ve Karamürsel radar üssüne görevli gönderilen, oradan Vietnam’a geçen Perry Fellwock’un öyküsünü yazmıştı Yiğit Günay. Ülkesinin pisliklerini açıkça görmüş, ifşa etmekten geri duramamıştı Fellwock. Ama hiçbir şeyi değiştirmeye gücü yetmemişti ve şimdi antikacılık yapıyordu.
“Edebiyatın önemli ayaklarından biri olarak mübalağa, sadece gerçeklerden nasiplenmemişlerce palavrayla karıştırılır. Mübalağayla yansıtılan şeyin, bizatihi varlığıdır oysa önemli olan. Burada ‘varlık’ da mutlaka ‘somutluk, realite’ anlamında kullanılmaz, hatta bazen, olmayana duyulan ihtiyaçla belirlenir mübalağa nesnesi.
Vo Nguyen Giap’ın öldüğü haberine şaşırdım. Yaşadığını unutmuştum.
Yıllar önce, bu büyük komutan ve devlet adamıyla Che arasında bir karşılaştırma yapmış, neden gençlerin duvarlarını Giap’ın posterlerinin süslemediği sorusuna yanıt aramıştım.
Che 39 yaşında öldürülmüştü. Giap 102 yaşında ölmüş.
Kaan Arslanoğlu arkadaşım mızıkmış, demiş ki bana, “bıktım sokaktan, ben oynamıyorum”.
Çocuk yaştan beri, diyor, parti dedin, sokak dedin, aha yaş geldi kemale erdi, bir arpa boyu yol gidemedik, hâlâ aynı teranedesin, yeni yetme solcu heyecanıyla. Halbuki diyor, politbüro lafları etmeyi bırakmalı, sıkı örgüt demekten, eylemci gençliğe abartılı güzelleme yapmaktan vazgeçmelisin.
Bir maç tezahüratı olarak içerdiği anlam “burada kazanamazsınız, burada biz yeneriz” olsa da, hatta birazcık “yenmekle de kalmayız ha...” içerse de, bir süredir Kadıköy’de kalmaya niyetli polise karşı verilen mücadelede, “buradan çıkış yok”u tersten söylemek gerekiyor sanki.
Bu kez iktidar kanadı, öngörülerimizi yanlışlayan bir hamle yaptı. ODTÜ’ye erken saldırdı ve beklediğimizin birkaç gün öncesine çekti sonbahar kalkışmasını! Dert değil, gördük ki “gençler şehirlere dönmüş” zaten. Görkemli bir açılışla yeni hesaplaşma döneminin siftahını yaptılar, bereketi halktan.
Şimdi ben olabildiğince pörsümemiş kelimeler arayıp yan yana dizeceğim, yaza boza cümleler kuracağım, acar gıcır dursunlar diye çalkalayıp köpürteceğim, işte belki de o sırada, birkaç çocuk ölecek Suriye’de.
Bu hafta bir şey yazmayayım da, size bir Aziz Nesin öyküsü anlatayım, bir seferlik böyle pas geçmiş olalım.
Hazin sona varan yolculuğu, görüp seçip nikâhlandığı, ağzı var dili yok, kendisinden hiçbir şey istemeyen mazlum eşine, iki çift ten rengi ince çorap almasıyla başlar “Bendegörsün Asım Bey”in, aynı adlı öyküde...
BirGün, işinden çıkarılmış bir gazeteciye, Can Dündar’a, bir aylığına Doğan Tılıç’ın köşesini verdi. Gel burada gönlünce yaz dedi. Hem medyatik isimdir Can Dündar, meraklısı vardır hem açıktan karşı tarafın adamı değildir hem işsiz bırakılmış, cezalandırılmıştır. Bu durumda, BirGün’ün jesti, her açıdan mantıklı ve doğru bir tavır olarak görülebilirdi.
Biz despotik ve hukuk tanımaz tiplerizdir biraz. Ceberrut gelenekleri sahipleniriz. Örneğin Vişinski mahkemelerini insanlık suçu ilan edenler, Stalin söz konusu olunca yargının ve insan haklarının ıcığını cıcığını dökenler, İstiklal Mahkemeleri’ni faşizm olarak nitelendirenler, haklı olarak kızarlar bize.
Siyaset ve iktidar mücadelesinin, Haziran Direnişi’nin dışında da çok bileşeni, alanı var ve o noktaya takılıp kalmak, seçimlere doğru yeni hesapların belirginleştiği, aktörlerin rol değişimi yaşadığı, kartların yeniden karıldığı bu dönemde, bazı hamlelere yanıt verememek riski taşır.
Herakleitos’a zibidi dediği, inanmadığı için bir özür borçlu gitti. İki özür. İyi bir insan bin kişiydi gerçekten. “Ben de mi?” yarı alaylı sorusu haksızlıktı. Evet, öyleydi.
Yapmaz ya, gerçek anlamda nicel olarak yansıladı diyelim, yine borçluydu bir özür. “Her şey akar” da demişti o zibidi, bilmiyor değildi a!
Bir dönemin yaygın, şimdinin hâlâ kullanılan bir siyasal duruş ifadesi, “inadına” söylemi. Kuşkusuz teslim olmamayı içeriyor, kararlılık belirteci olarak kullanılıyor, ama uzun vadeli bakıldığında inisiyatifi, karşı tarafa veriyor. Siz bir şey yapıyorsunuz, istiyorsunuz, dayatıyorsunuz, biz de “inadına”...
Bazen, ne kadar çok şey içerirse içersin, tek bir görüntüyle, tek bir sözle yerleşir, çakılır zihninize olaylar. Yıllardır, Sivas 1993, bir fotoğraf karesidir, bir sonedeki ikiliktir benim için. Orada yakılan canlar içinde, çok yakın dostlarım vardı. Görüntü ve dizeler, içlerinde en az yakınlık şansı bulduğum şaire aitse, Metin Altıok’unsa, bunun bir anlamı olmalı...
Asaf Güven Aksel'in yazısı 30 Haziran 2013 tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Keşke devrim günleri coşkusuyla, devrim günleri arasındaki açıdan söz etmenin sırası olmasaydı... Keşke, koyup akılı bir tarafa, duyguyu salıverseydik.
Bir süredir “hükümet karşıtı eylemler” olarak tanımlanabilecek “Gezi Parkı protestoları”, Nabokovvari bir bahar gibi çıkıp geldi. Çok özlenen sevgilinin, hiç beklenmedik bir anda, aralık bir kapıdan başını uzatıvermesi gibi. Öyle ki, o 1917’ye karşıdan bakan büyük yazarın edebiyatıyla onu uyardı. Ama bize de kullandırdı, bakın... Edebiyat bu.
Asaf Güven Aksel'in “Flamadan korkan Tayyip olsun!” başlıklı yazısı 09 Haziran 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Bir leğen ve bir küpe öyküsü” başlıklı yazısı 26 Mayıs 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Ne zaman ki, anneannemin küre şeklindeki küpeleri kuyumcunun terazisinde en ufak bir kıpırdanmaya yol açamadı, o an annemle babam bakıştılar.
Asaf Güven Aksel'in "Oku okut abone ol abone bul" başlıklı yazısı 19 Mayıs 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
“Utanç ve lanetle hesaplaşmak üzere, halkın ayağa kalkmasını örgütlemek, diyordu Vladimir İliç, işte biz bunun düşünü görmeliyiz. Bir gazete yaratacaktı, düşünün peşinde...
Asaf Güven Aksel'in “Türkiye'nin tadı geliyor” başlıklı yazısı 12 Mayıs 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “1 Mayıs'ta kendimize meydan okumak” başlıklı yazısı 28 Nisan 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Recep İvedik'in uyarısı” başlıklı yazısı 14 Nisan 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in "Birleşmenin sebebi ayrışmanın nedeni" başlıklı yazısı 31 Mart 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Biz kusura bakmayız” başlıklı yazısı 24 Mart 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Bağımsızlık gülü” başlıklı yazısı 17 Mart 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in "Size mi kaldı solun tarihi?" başlıklı yazısı 10 Mart 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Murat Belge çok eleştirmişti, solun genel anlayışını yansıttığını söylediği, 1977 1 Mayıs’ını sembolize eder olmuş dev pankarttaki koca pazulu, küçük kafalı işçi desenini. O kafa o zinciri kıramazdı, sadece kol gücüyle...
Asaf Güven Aksel'in “Yılmaz Güney tokadı...” başlıklı yazısı 03 Mart 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Bir sokaktan geçerken...” başlıklı yazısı 24 Şubat 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Leylâ Erbil metaforu” başlıklı yazısı 17 Şubat 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “'Faşizan' demiş bize bir 'semantikçi'” başlıklı yazısı 10 Şubat 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Sahneyi terk etmemek” başlıklı yazısı 03 Şubat 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Bu yazıyı teslim etmemin üzerinden takriben beş saat geçecek, Akün sahnesi önündeki eylem başladığında. Siz okuduğunuzda da, eylem bir gün öncede kalmış olacak.
Asaf Güven Aksel'in “Kadraj ve deklanşör” başlıklı yazısı 27 Ocak 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Sen kötüsün yahu faşist...” başlıklı yazısı 20 Ocak 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel’in “ İsyacı, buruk bir bahar” başlıklı yazısı 13 Ocak 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in "Girişimin sanatçıları" başlıklı yazısı 30 Aralık 2012 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
“Lombak” karikatürüydü sanırım, Mustafa Kemal, bir kürsüden sesleniyor kalabalığa. “Ya istiklâl, ya ölüm!” Dinleyenler, gözleri korkuyla faltaşı gibi açılmış, el kaldırarak bağırıyorlar: “İstiklâl! İstiklâl!”
Asaf Güven Aksel'in “Kasabın Derdi” başlıklı yazısı 23 Aralık 2012 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Profiterol” başlıklı köşe yazısı 9 Aralık 2012 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in “Önlük ve sınıf” başlıklı köşe yazısı 2 Aralık 2012 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Asaf Güven Aksel'in "Mizah ve siyasal akıl" başlıklı köşe yazısı 25 Kasım 2012 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Can Yücel’e göre, “kan yasası”ydı Eluard’ın “sıcak kanun”ları. Üzümden şarap, kömürden ateş, öpücüklerden insan yapılırdı. Onun “güzel kanun”ları da, “us yasaları”ydı aslında. Sudan ışık, düşten gerçek, düşmandan kardeş yapılırdı. “Can yasası” vardı “zorlu kanun” olarak. Savaşlarda yoksulluğa karşı ayakta kalacaktın ve ölüme, belalara inat yaşayacaktın. “Gerçek adalet” böyle sağlanırdı.
ellerimiz bir türkü gibi öyle, kendiliğinden
uzun bir gündüzü farkedenlerin en sonuncuyuz
ay batar, çünkü rüzgar bir menekşeye dönüşür, biliriz bunu
çünkü mavi gözlü ve deli sekiz kardeşin onuncusuyuz
ah büyük tarla, ah büyük deniz, ah büyük çalgı, bil!
senin en son alacağın biçimin sabırlı yontucusuyuz
—turgut uyar—
Biz ne bilelim o zamanlar, kimmiş Dr. Hikmet Boran. Ne bilelim, 14 Mart’ın Tıp Bayramı olduğunu ki, nedenini merak edelim. Biz heyecanla oturup radyonun başına, Orhan Boran ve Yuki başlasın diye bekleyen çocuklardık. Beklerken, nadiren Behice Boran adını duyduğumuz ajans haberlerine denk gelmişsek, sıkıntıdan patlardık.
Nicedir, Nasreddin Hoca’nın duvarsız türbesinde, kocaman kilitli bir demir kapı gibi espri unsurudur, “Bekçisiyiz Cumhuriyet’in” efelenmesi. O kilit kadar işlevlidir, “müdafaa ve muhafaza” edenler.
Cihan Kırmızıgül’ün “puşi davası”nda aldığı 11 yıllık mahkûmiyet, “sütü bozuklar”ın günlerdir süren rezillikleri, 66 aylık bebeleri neredeyse kolluk kuvveti marifetiyle okula sürükleme, Suriye gündemi filan bir yana, hatta, bu akşam, uzatmalı ligde şampiyonun belli olacağı maç, bu maçı önceleyen “şike mevzusu”nda dün Kaan Arslanoğlu’nun köşesindeki müthiş gollük pas da şöyle dursun, oturup kara