Bir ‘yaşlılık’ hastalığı

Unutmamanın, bilmenin yeter görülüşüyle hayat arasındaki tezat, bir kişilik bölünmesi yaratıyor sanki. Bunun iyi yanı, içeride birşeylerin olabildiği kadarıyla diri kalmışlığı, ikrar gereği duyurması. Kötü yanı, gerçek dışılığı.

Montesquieu, Rousseau, üzerine konuşmayı en çok sevdiği isimlerdi küçük dayımın. “Akıllı yeğen” biraz serpilip de hiç değilse son yıllarında bunu yapabilir hale gelesiye, sıkça daha halk tipi bir felsefî argümanı yineledi: Gençlik bilebilse, ihtiyarlık yapabilse…

Babamın ölümünden sonra fırsat buldukça bize gelir, erzak tedariğinde bulunur, hal hatır sorar, ama o meyanda da, hepimizi endişeli bir bekleyişe iterdi. Her emekli gibi, kendisine uğraşacak iş arardı ve bunun için tamirat, tamirat için de bizim ev, biçilmiş kaftandı çünkü. Musluk damlatıyor, sifon sızdırıyor, priz yamuk, elektrik düğmesi niye kibritle basılı tutuluyor, sehpa niye dingildiyor…

E, albay emeklisiydi ne de olsa, onun tamirata girişmesi, bütün hane halkı ve hatta ziyarete gelmiş komşu varsa onlar için, bitişik nizam dizilip çırak durmak, talimat beklemek demekti. İşin bir yerinde, döner, yüzünde çok basit bir iş ifadesiyle, “oğlum, git dışarıdan şöyle bir şey bul” derdi. O öyle bir şey olurdu ki tarife göre, doğada yok, bulunamaz. Kan ter içinde kalmışlığına bakar, bunu söyleyemezdim. Çıkar, biraz aranır gibi yapar, arkadaşlarla oyalanır, dönerdim. Bilirdim ki, o arada ya halletmiş, ya vazgeçmiştir. İşte böyle süklüm püklüm döndüğüm zamanlarda, hiç şaşmaz o söz gelirdi: Gençlik bilebilse, ihtiyarlık yapabilse…

Deneyim, bilgi, birikim ve bunları hayata geçirme gücü, enerjisi. Aslında bir subay olarak, ancak örgütlü gücün, kollektifin bu açmazı çözebileceğini bilmesi beklenirdi. Neyse, konu başka, araya fuzuli anı karıştı.

Nereden aklıma geldi de karıştı peki? Bilmekle enerji arasındaki açının yanlış konumlanmasından kaynaklı bir meseleyi düşünüyorum epeydir de, oradan.

Toplumbilime, siyasete sıçrarsak bu deyişten, çok farklı etmenler giriyor devreye. Örneğin, bir yaşlılık hastalığı olarak kabullenme. Ne yani, Lenin bir çocukluk hastalığı derken “sol”culuğa, demografik tanım yapmıyordu herhalde, her yaştan, politikanın inceliklerine, derinliklerine vakıf olamayış durumunu tanımlıyordu. Bu da öyle, her yaştan, vakıf olunanları sineye gömme hastalığı. O zaman, bilinenlerin de pek önemi kalmıyor, o başka bir şeye dönüşüyor.

Yeni olmayabilir, ben yeni gördüm, Hüsnü Arıkan’ın son albümünden bir parça paylaşılıyor şu sıralar: Hatırla. Sözleri yakalıyor insanı önce, sol tınılı bir duyarlılık geliştiriyor. “Unutmamak” ile “hatırlamak” arasındaki ciddi bulunulan nokta farkı da önemli gelmiyor, aynılaşıyor algıda. Müzeyyen Senar, Mahir, Deniz geçiyor ve yağmur ablanın söylediği şarkıyla, sır küpü evlerin incinmişliğiyle bezenince, eni konu, ince bir sızı gibi başlayıp derinleşiyor sözlerin izi. Besbelli iyi niyetli bir çalışma, tartışılır bütün yönlerine karşın. Zaten iş burada karışıyor.

Daha onaltısındayken aklındaki taze rüyayı, büyük uykularımızda yaşayan şeyleri hatırlamaya çağırıyor. Bir daha olmayacak şeyleri, yeniden olacak şeyleri, iyi ki olmuş şeyleri. Onaltısındaki gençlik rüyası, sonranın büyük uykuları. Burada bir şey var, geriye sadece bir daha olmayacak şeyler kısmını bırakan. Onu, parçanın klibinde bulabiliriz.

Bahçe mi, kır meyhanesi mi, bir masa, gerçekten nitelikli, bildiğimiz yüzlerden oluşan sofra ekibi ve her böyle dostlar meclisinde olduğu gibi söylenircesine bir şarkı. Kadehler, dalıp gitmeler, eli kalbe koymalar, bakışmalar, yer yer eşlik etmeler. Çok doğal canlandırılmış. Lakin, gülüşmeler de var. Laf, rakı sofrasında dostlar gülüşür elbet, adabına da en çok bu yakışır.

Ama işte, bir geçmiş günler ve olmuş şeyler hüznünde, bir hatırlama çağrısında, aslında çok doğal gülüşmelerin iğreti duruşu, hani “Bella Ciao” disko ritmine dönüşüp içeriksizleştirilince duyulan rahatsızlıkla benzer bir şeyden kaynaklanıyor. Çünkü, yeniden olabilir umudundan, unutmamanın, ya da o geçtiyse, hatırlamanın gereğini yapmaktan uzaklığı getiriyor akla.

“Sarhoş oldum da seni hatırladım yine, sol elim…” gibi. Dağılacak masa, nasıl da sönmemiş içimizdeki ateş, nasıl da andık inadına yitirdiklerimizi denilecek ve hayat akacak gidecek kendi mecrasında gibi.

Bahsettiğim, yaşa bağlı olmayan yaşlılık hastalığı böyle bir olgu. Bilmek, bildiklerini anılarda canlı tutmak, ama bugüne katışmamak, yeniden yaşanacak şeyler için mental ya da fiziksel mecal bulamamak. Sonra bakacaksınız, bazıları şaka yollu, hicvetme amaçlı paylaşımlara dönmüş bir albümünüz oluşuyor ve en kötüsü, cidden bundan ibaret hale geliyor. “Yapıcıların yüreği”ni yazlığın bahçe duvarı örülürken anıyorsunuz; “deniz olunmalı oğlum”a şezlongdaki ayak ve kumsal eşlik ediyor; mangalın ateşi Prometheus’u anımsatıyor; közdeki biberde “acılara tutunma”nın efkârı var. Kişisel hayat kımıltısız, risksiz bir düzene teslim, içimizde o eski, unutulmaz sevda! Gerçekleri simülasyonla harmanlama! Unutmamanın, bilmenin yeter görülüşüyle hayat arasındaki tezat, bir kişilik bölünmesi yaratıyor sanki. Bunun iyi yanı, içeride birşeylerin olabildiği kadarıyla diri kalmışlığı ve ikrar gereği duyurması. Kötü yanı, gerçek dışılığı.

Hep merak etmişimdir, nasıl olur da fiziksel yaşlanma, ölüm düşüncesinin akla takılışı, radikallikten uzaklaşmayı, uzlaşma yolları aramayı, kabullenmişliği getirir beraberinde? Tersi olması gerekmez mi? Yaşlanma ve ölüm düşüncesi, aynı zamanda telaş, bir an evvel bir şey olsun isteği uyandırmalı değil midir, korkulanı yaklaştırması pahasına bile? Gençlik daha sabırlı olabilir, “akılcı”, sakin durabilir, önünde zaman vardır birşeylerin gelişmesi, değişmesi için. Ama gözü arkada kalacak olan, sabırsızlanmalı, keskinleşmeli, yetinmemeli, neredeyse çıldırmalıdır. Donarak “canlı kalmış” şeylerle avunamamalıdır.

Anahtar kelimeler: Gözü arkada kalacak olan! Yani, o içine gömdüğü rüyası, yeni bir dünya, bir ihtilal arzusu diri kalan. Hatırlamalara terk etmeyen. Dünü bugüne taşıyan.

Bundan yoksunluk, deneyimi, geçmişi, birikimi, pimpirikli itidale, temkine dönüştürür ki, bunun takipçisi vazgeçmişlik, yorulmuşluktur. Bir yaşlılık hastalığı. Orada dönüp, sosyal medya paylaşımlarına ya da içerideki muma bakmak asla yeterli olmaz bu bölünmüşlüğü gidermek için. Mum?

Çok takip etmedim, Sabah röportajları dizisine katıldı, sonra galiba içindeki mumu kendi üfleyip söndürdü, Bülent Ortaçgil’in sevdiğim bir parçasıdır. Duygu düşünce kaynağı değişse de, yoğunluğu benzeştiği zamanlarda dinlerim de bazen açıp. “Sen içimdeki küçük mum, hâlâ sönmedin yanıyor musun?” diye başlar, bir sohbet, sesleniş olarak sürer, şükran duygusu içerir. Çeşitli insanlık hallerinde onu terk etmeyen, ondan vazgeçmeyen bir mum.

Nâzım diyor ya, “insanların türküleri insanlardan güzel”, bilmem Ortaçgil’i, ben yine dinlerim bu parçayı. Her dinleyende, her bir seferinde, âna göre başka bir şey olabilir o içerideki mum. Bir sevgili, sıla, dost, yitirmediğiniz, daha doğrusu kendisi inatla yitmeyen, tutunduğunuz, sizi tutup kaldıran her şey olabilir. En çok da ideolojidir bu, uğruna yaşadığınız değerdir.

O sönmez, terk etmez. Ama sırf baktığınızda onu orada göresiniz diye değildir içinizde yanışı. Siz muma bakıp, işte yukarıdaki örneklerde bile, hâlâ yandığı duygusuyla tatmin olabilirsiniz. Ama ya mum? Bir de o size seslenirse? Adak ya da dilek mumu olmadığını fısıldarsa?

Yaşlandığını, mecalinin tükendiğini hissederek anılara dalanlar, o uzak geleceği görme umudu kaybolmaya yüz tutanlar, sözüm size, bunda bir tuhaflık yok mu? Eğer içinizdeki mumla hasbıhali sürdürüyorsanız, telaşlanmalısınız. Zaman daralıyor, koşaradım düzenden, sükûnetten uzaklaşma, o özlenen dünyayı içermeyen her şeyden elini eteğini çekmedir beklenen. Söyleyip durduğunuz gibi, bütün ömrünüzü, sonuçta var olanı kabullenip, kırıntılarla yetinmek için mi verdiniz bir mücadeleye? O zaman, buna tecrübe, birikim, aklın yolu değil, vazgeçiş denileceğini kim sizden daha iyi bilir ki…

Evet, o mum oradadır, erimez, sönmez, terk etmez. Sadece siz kendiniz için söndürüp içinizi karartabilir, soğutabilirsiniz o kadar. Ki, hakkını hayata katılarak vermeden, kendinize onu yaşattığınız payı çıkarmanız da aynı şeydir. Kararmıştır, soğumuştur içte gömülü haldeki cevahir. Evet, mum, o sol memenin altındaki cevahirdir de. Cevahir işlenmek ister, cevher’in çoğullanmasıdır. Süs eşyalığı değildir kendi doğası.

Fiziksel enerji mi? Onu örgüt halleder, kollektif halleder. Ne aklın, ne fiziğin, tek başına yapabileceği hiçbir şey yoktur ki zaten. Öyle ya, bir parti neden vardır? Yeter ki, hastalığa yakalanmamış olun ve “hâlâ sönmedin, yanıyor musun” sorusu, bir şaşkınlığı, dahası, gün gelip de bir yaka silkişi ifade ediyor olmasın…