Ay ayakta değilken…

Ne güzel bir kadındı, adını anımsayamadım, nedense Ülkü diyesim geldi ama değildi, bir eli fark edilir derecede küçüktü diğerinden, işte o, ev yapımı salça getirmişti Yeryüzü’ne, ben karşı bakkaldan sıcak ekmek almıştım, pul biber ve kekik vardı çekmecede, karıştırıp bana bana yemiştik ki, yanında tek gözlü elektrikli ızgarada fokurdayan çayla, ne güzel bir öğündü, zamanını anımsayamadım.

Ne tuhaf, uzun yıllardır örtük kalmış bu anı detayının canlanıvermesi, Suriye konulu birşeyler karalamak için oturduğum bilgisayarın başında, Arif Damar’ın ölüm yıldönümü paylaşımlarıyla karşılaşır karşılaşmaz. Yüzlercesi içinden niye bu çıkıp geldi hiç bilmiyorum, insan zihninin tuhaflıkları, cilvesi olsa gerek. Vardır bir sebebi, ama ne?

Suriye konusunda, her yönden, yazılmadık, söylenmedik pek bir şey kalmadı sanırım. Kafamdaki finalle bitirip, döneyim yazıya. Erhan Nalçacı, pek yerinde olarak “metafizik” tanımlaması yapmış soyut “barış” söylemlerine. Arzulanan, özlenen, tabii ki sınırsızdır, somutlukla kuşatılmışlığı tanımaz, ama uçuculuktan kurtulduğu, ayağı yere bastığı zaman hayalde kalmaktan çıkıp gerçeğe dönüşme şansı bulur. O yüzden, böyle zamanlarda sıkça anılan Brecht’in “ ‘Savaş İstiyoruz!’ / En önce vuruldu / Bunu yazan” dizelerini güncellemek gerekiyor.

Duvara tebeşirle yazılmış bu sözler, Brecht’in didaktik şiirlerinden ölümsüz bir örnek olarak dursun tarihimizde. Biz bugün şöyle çarpıtalım: “ ‘Barış istiyoruz!’ / En önce örgütlenmeli / Bunu yazan”… Sonra, şair burada, savaşların sona erip barışın hüküm süreceği tek çıkışın sosyalizmden, sosyalizmin de emekçi sınıf saflarında örgütlenmekten geçtiğini söylüyor diye, “meraklısına not” düşüp, gerisine bakalım.

Bir de, savaş ve barış ikileminin metafizikleştirimesi, mutlaklaştırılmış iyilik ve kötülükle anılması var tabii. Neyle savaşıldığı ve neyle barışıldığı sorularına verilen yanıtlara göre, iyilik ve kötülüğün nasıl yer değiştirebileceğini de tarih bilincine havale edelim. Çünkü bu sorular olmaksızın, koftur, ahmakçadır retorikler. Böyle işte…

Arif Damar’ın ölüm yıldönümünde, bir bu salçaya ekmek banmalı ziyafet soframız geldi aklıma, bir de yine aynı derecede tuhaf şekilde, bir şiirinden minicik dize parçaları.

“-Ay / -Ay may yoktu Arif Barikat / Açtın aç / …”

Bunun nereden çıktığını sanırım bulabilirim, biraz dolambaçlı da olsa. Son günlerde, Meksikalı sanat eleştirmeni Avelina Lesper’in, kendisiyle yapılan bir röportajda “çağdaş sanat bir kandırmacadan mı ibaret” konusundaki açıklamaları tartışılıyor. Lesper, sihirli sözcüğü açıkça telaffuz edebildiği için, “piyasa” diyebildiği, sermaye – sanat – sanatçı bağlantısını sergilediği için, “sanat” kavramı karşısında toplumun alıklaştırılmışlığını, sorgulamazlığa itilmişliğini, “anlamazlığına” hükmettirilerek sığlığa yönlendirilişini somutladığı için, burjuvazinin “al gülüm ver gülüm”ünü teşhir ettiği için, temelde sağlıklı bir bakış oturtabiliyor. Tartışılır yönleri var elbet, bunlar, bu bakışın eksen alınmasının üzerine inşa edilebilir. Beklendiği gibi, sözlerindeki detaylar üzerinde açılan tartışmalarla, adı geçenler üzerinde açımlamalarla, bu temel argümanını önemsizleştirme çabaları da görülüyor.

Temel argüman deyince, yeni şeyler değil bunlar tabii, sosyalistler, uzun yıllardır, sanatın piyasalaştırılması, pespayeliğin değere bindirilişi, değerlinin toplumsal dolaşımının engellenmesi gibi konuları, resimden edebiyata, sinemadan müziğe her alanda afişe ediyor, karşısında mücadele veriyor.

Burada, bugün için sorun, özellikle Türkiye gibi, sosyalistlerin, ilericilerin, solcuların üretimlerini sanatsal ve toplumsal tarihten çekip aldığınızda geriye bir çoraklık kalan bir ülkede, halen yok edemedikleri nitelikli, kalıcı, halkçı, emek perspektifli hegemonyayı bir üst basamakta yeniden tesis edebilmek, bu alanı sermayenin kapalı av bahçesi olmaktan çıkarmak, sermayenin sanat üzerindeki gölgesini kaldırmak. Üretmek, üretilenlerin toplumla buluşmasını sağlama kanallarını yaratmak.

Bunları söylemek, ne sorunun ne de çözümün farkında oluş, üretim ve toplumsallaşma olmaksızın bir anlam taşıyor. Üstelik, konu, Lesper’in ağırlıklı “görsel materyal”ler alanının spesifikliğinden daha yaygın ve doğrudan toplumun geniş kesimlerini kesen noktalara kaydığında, bu iyice böyle oluyor. Siz yeter ki, Lesper’in, “sanat üretiminin amacı” vurgusundaki boşlukları doldurun.

Daldan dala oluyor değil mi, yok, unutmadım. “-Ay / -Ay may yoktu Arif Barikat…”

Yok, unutmadım. Unutmadığım gibi, sanırım bu parçaların bilinçaltı tetiklemeleriyle bağlantısını buldum.

Çok geçer “ay”, Arif Damar şiirinde. Aldatıcı bir güneş değildir, “kar toplamaz” ne de olsa ve ayın ayakta olmadığı zamanlarda çoban yatakta olamaz. “Ay ayakta çoban yatakta, ay yatakta çoban ayakta” deyişini, annesinden mi, köylüsünden mi duymuş, pek sever, söylerdi, “Ay ayakta değilken / Ayaktaydım / Çobandım ben / Kırk yıl / Ayakta / Çoban” diye başlayan şiirini yazmazdan önce de. Geceleyin, kimi zaman, güne bakıp çiçek açan. Kırk yıl. Ayakta. Ve sonra, geçen kırk yıla, “umut oldu” diyebilmek, ay hâlâ ayakta değilken.

İşte o “ay”lardan birini yazar, birinden söz ederken, 1943 yılında, Beşiktaş’tan Kumkapı’daki yurda gece vakti yürürken, tramvaya parası yetmezken, kırk yıl sonra anımsayıp, “ay may yoktu, açtın aç” derken, bunu derken kırk yıl sonra, baharatlı salçaya ekmek banmayı sevinçle alkışlarken gelişi gözümün önüne, belki de zihnimin, bütün bu “sorunsallar”a verdiği yanıttır, kim bilir.

Karnı açken mehtaba bakıp onu yazmak şairaneliği değil mesele, diyor zihnim. Ben aydan bahsediyordum ama karnım açtı hayıflanması sananlara, kırk yıl önceden kırk yıl sonraya bir şamardır mesele diyor zihnim.

O ay, mehtap değil çünkü. O ay yükselene kadar kendini yatağa bırakmaya hak göremeyenler anlar, son tramvayın vatmanı durup seslense bile binemeyişin sonrasında, “Çok yoldu / Git Allah git / Gece vakti”nin ne olduğunu.

Kadırga’ya gelince gecenin maviye dönüşü, bir tuvalde özgün renk değil ki. “Sanat sanat için mi, cemiyet için mi” diye tartışarak yürürken de, “burada bırak” denilen yerde ayrılırken de, “ay vardı / yapraklarda ay vardı” anımsaması, şiir değil ki.

Şimdi anlıyorum, ay ayakta değilken. Şimdi anlıyorum, niye bu dize, niye bu an parçası.

Piyasanın, ucuzluğun, alıklaştırıcılığın sanat piyasasına hâkim oluşu, kültürü nitelikten koparması, bizim ürettiğimiz değerlere bile arsızca el koyması ve kendi şemsiyesinin gölgesine çekmeye çalışması. Şimdi anlıyorum, nedir ay.

Suriye metafiziğine yuvarlanmak, Lesper, diyalektiğin şaşmaz hükmüyle, bir yıldönümünde buluşurken zihinde, buna tek sebep vertigom olamaz.

Açken, Kadırga’ya yürürken, o emeğin dünyasını temsil eden ayaktaki bir aydan başka şeyi düşünememekte, o ay ayağa kalkana kadar ayakta durmakta direnilmesi, ne şiirdir, ne öyküdür, ne resim… Dizelere, satırlara, tuvallere yansımış hayattır.

Lanetlerin, homurdanmaların, küskünlüklerin ötesindeki şeydir, bir amaca, bir hedefe yürüyüştür gece vakti.

Bir çağrıdır bu gelip karşımıza dikilen. Sabit fikir çağrısı. Her baktığın yerde ay görmek, ister orada olsun ister olmasın, onu aramak, onu yaratmak çağrısı.

Katı biyolojiye karşı şairane lâkırdı mı deniliyor, peki, düşlerin safına girme çağrısı o zaman, ne fark eder, gerçeğe dönüşmesinde karar kıldıysak.

Bunu anlayana, harekete geçene, üretene, örgütlenene kadar, ay ayakta değildir.

İsterdim ki, deniz kabuklu anılar yazayım, sıcak sıcak şeyler, ölüm yıldönümünde. Ama paylanabilirdim, ay ayakta değilken…