Diyalektik ya da Çizgiroman Fonu

Geçenlerde Metin Çulhaoğlu’na, “Türkiye solu keşke biraz Hegelci olsaydı” dedirten şeyi, öyle iyi anlıyorum ki...

“Her şeyin başı diyalektik” konusuna değinmeyi, sırf bu köşede bile, belki yetmiş ayrı yöntemle denediğimden biliyorum. Lakin, bunu algılamak da diyalektikle bağlantılı olduğundan, yöntemi içselleştirmişler açısından gereksiz, bihaberler için de faydasız oldu bu denemeler gibi bir his var içimde, ne yalan söyleyeyim.

Gene de, tam, bu da bir hafta sonu yazısı olsun, çizgiroman ressamlarından bahsedeyim diye karar vermişken, Çulhaoğlu’nun bu çok haklı yakınması kafama takıldı kaldı.

Şimdi, yine diyalektiğe sığınıp, bu ikisini birleştirebilir miyim diye debelenmekteyim. Deneyelim. Böyle bir eksen de eksik kalmasın oldu olacak. O eksik kalacağına, varsın yazı ikisini de eksik bırakma riskini kabullensin.

Okumayı, okul öncesinde Kit Taylor adlı bir çizgiromanda söktüğümü söylemiş miydim? İlk zamanlar, bazen babamla birlikte okurduk diyelim Red Kit’i, ben “hadi baba, çevir artık sayfayı” deyince, o “ne çabuk baktın bitirdin” derdi de, çemkirirdim. Ne bakması yaa, ben okuyabiliyorum artık! Çok sonra anladım, bakmaktan neyi kastettiğini...

Çizgiroman ressamlığı, aslında ne kadar güç bir iş, düşünürseniz. Ortalama bir dergide, ayda 500’ün üzerinde kare resimlemek... Güçlüğü bir yana, nankör de bu meslek. Şimdilerde düzeldi ama, bizim çocukluğumuzda, senaristin, çizerin adı bile anılmazdı kitaplarda. Bu da önemli değil hadi, varsın kim oldukları bilinmesin, ama emekleri de hep güme giderdi.

Uzun replikli ve hızlı konuşmalı altyazılı bir filmi izlerken, görüntünün farkında olursunuz, ama ayrıntılarını kaçırırsınız ya, öyle bir handikapı vardır çizgiroman okumanın. Halbuki, film karesi gibi akıp gitmez, durup bakabilirsiniz. Ama bunun okuma disipliniyle, gerekliliğini kavramakla, oradaki emeği fark etmekle, dolayısıyla, zevkinizin incelmesiyle ilgisi vardır. Bu zamanla olur. O hale gelene kadar, fonda birtakım karaltılar göreceksinizdir.

Babam, resme olan düşkünlüğü nedeniyle desenleri incelerken, benim en fazla yumruğu amma çaktı, balta herifin kafayı nasıl yardı karelerine bakıp, gerisinde konuşma balonlarını okumakla yetindiğimi anlamış, dikkatimi, çizgiromanın asli unsurlarından birine, hatta en önemlisine çekmeye çalışıyordu. Bak! Gör!

Bakar ve görürseniz, örneğin, Teks’in onlarca çizerinden Civitelli’nin ya da Repetto’nun neredeyse “fotorealistik” çizgilerinin tadına vardığınızda, senaryosu istediği kadar sürükleyici olsun, Diso tarafından resimlenmiş bir macera tadınızı kaçıracaktır. Adam, Morris’in acemilik dönemi gibi çiziyordur yahu! Oysa Civitelli, bir kirli sakal kondurur adamın yüzüne, sanırsınız ki, her karede, o sakalı belirleyen çizgiler aynı yere aynı sayıyla vurulmuş. Ortiz, taramalarla, bir çehreye yüz çizgi atarak oluşturmuştur tarzını, o karmaşadaki netliğe şaşarsınız. Milazzo, Ken Parker’ı olabilecek en basit ve sade çizgilerle yaratır, ama işte iki çizikte insan psikolojisini yansıtır...

Bu ressamlar, her biri kendi yorumuyla resmederken kahramanı, Chiarolla Zagor’un saçlarını omuzlarına döker, parmak ve el çizme tutkunu Donatelli ense tıraşlı hale getirirken, artık hangi yorumu benimsediğinizin ayırdına vardığınızda, dahası, biraz da küstahlaşıp, Ferri artık baltası ve çizmeleriyle yatırmasa yatağa şu adamı, bu çizgi büyücüsü niye çıplak ayak çizmeye de biraz çalışmıyor demeye başladığınızda, elinizdeki kitapla gerçek bir ilişki kurma aşamasına ancak geliyorsunuz demektir.

Maceraların fonuna, o karelere dikkatle bakmak, artık çocukluktan çıkmak belirtisidir. Başka bir gözün devreye girişidir. O zamana kadar...

O zamana kadar, smack!, pack!, tock!, bang!, crash! gibi, şimdi Türkçeleştirilmiş ve eski büyüsü kalmamış “aksiyon” efektlerine takılıp kalacaksınızdır. Pat!, tak!, küt!, dan!, şangır! sesi çıkan karelere...

Oysa zavallı ressamlar, ne emek vermişlerdir, sizin bir düello karesinin devamında kim silahını hızlı çekecek diye sabırsızlıkla çevirdiğiniz sayfalara. Siz meydandaki iki adama odaklanmışken, onlar, o meydanın, izleyenlerin, salonun, evlerin, bitki örtüsünün detaylarına, perspektifine kafa patlatmışlardır. Bir silah çekilirken vücut nasıl olur, kol nasıl bükülür, el kabzayı nasıl kavrar gibi anatomik temel çalışmalardan geçmişlerdir. Neredeyse her karesinde birer leke gibi görüp, kahramanın ne kadar hızlı süreceğine baktığınız atların bütün adele hareketlerini, toynaklarındaki sürçmelere, gem çekilince ağız ve başlarının o yön verişe nasıl tepki gösterdiğine kadar incelemişlerdir. Zagor bir sarmaşıktan bir sarmaşığa bağıra bağıra atlar ve siz ona bakarken, onlar, fantastik bir ormanın ağacını, dalını, yaprağını desenlemişlerdir.

Görmezsiniz o detayları. Ön planda olana şöyle bir bakarken, fonu ıskalarsınız.

Ressamlar da bunu bilir aslında. O yüzden bazıları salla gitsincidir, bazıları okur ilgilensin ilgilenmesin, algılasın algılamasın, yaptığı işe saygılı, özenli. Bazıları, smack!, pack! efektlerine önem verir, bazıları bir tabancanın o dönemde nasıl olduğuna, “kızılderili” tüylerine bakmak için kütüphaneler devirir.

İyi tamam, anladık, çizgiroman okurken ressamların karelerdeki ustalıklarına daha dikkatli bakacağız, ama bunun siyasetle, diyalektikle ilgisi ne be adam!

Onu ben de bulamadım henüz, dedim ya debeleniyorum işte...

Şöyle olabilir mi? Bir çizgiromanın fonuna bakmak erginliği, ayrıntılara ve olayların geçtiği atmosfere bakabilmek inceliğine ermektir. O aksiyon efektlerinin ötesini görebilmektir.

Erdoğan, emperyalizmden mi söz ediyor? Alın size bir smack! Buna kapılabilir, tıpkı bazı “sol” gibi, Erdoğan’ı mazlumların liderliğiyle taltif edebilirsiniz. O zaman aklınıza Civitelli gelsin. Smack!, smack! da, fonunda ne var? O el o kabzayı tutabilir mi?

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı! Pack!.. Pack! ama, olayın yaşandığı atmosfer nasıl?

Seçkinci cumhuriyet diktası yıkıldı! Bang!.. Bang! olsun tamam da, bir “boomtown” kurulması daha mı evladır?

İşte bu basit soruları bile sormak için, “keşke Türkiye solu biraz Hegelci olsaydı”, hadi onu kaçırdık, bari bir çizgiromanın asli unsuru, adı üzerinde, nedir diye bir gündemleri olsaydı. Azıcık sorgulasaydı.

O sorguların çıkardığı sesler, fonu umursamayanlar ülkesinde, mavi ceketlilerin hücum borusundan duyulmaz olur.

Sırrı Süreyya, türbana özgürlük savaşçısı olup zuhur ettiğinde bir gün, ya özgürlük faslı tock!’una takılır gözler, ya Fusco’nun net çizgilerinde türbanı fark edersiniz.

Keşke, keşke biraz Hegelci olsaydı sol, keşke çizgiroman okumayı büyük gözleriyle becerebilseydi...

O zaman diyalektiğin hükmü yerine gelebilir, olaylar ve bağlantılar, efektlerin gümbürtüsüne gitmezdi... Bizim bir deseni, o arkada leke gibi duran deseni, nasıl kılı kırk yaran diyalektik analizin emrinde karelere aktarmaya çalıştığımız anlaşılabilirdi...