Erbakan, bütün o 'antiemperyalist' retoriğinin aksine, tam da emperyalizmin gereksindiği Türkiye’de açılan o boşluğu kullandı. Kullandı ve o kafa sonunda 2023’ün meclisine hakim oldu…

Ulema tartışması

Kuşkusuz, bu toprakların tarihinde tek bir “ulema” yok. Osmanlı’nın yenilenme arayışında, daha sonra Milli Mücadele’de yüzünü yeni olana dönenler ve destekleyenler de vardı.

Esasında sadece Türkiye’de değil, devrimler döneminin geneline, 1920’lere yansıyan dinde reform arayışları Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan geniş bir alanda etkili olmuştu. Bu arayışların taşıyıcıları arasında “Batı tipi” okullarda okuyan, Batıdaki ilerlemeyi gören ve geri kalmışlığın nedenlerine kafa yoran belli bir ulema toplam da vardı.

Çünkü devrim sarsıyordu, yeni olana dair heyecan üretiyordu. Değişim isteği gerçek bir umuda ayağını basıyordu. Devrim ayırmasını biliyordu.

Ama “ulema tartışması” başka bir şeydi.

Mustafa Kemal “egemenlik hiçbir ulusa hiçbir zaman ulema tartışmalarıyla verilmemiştir. Egemenlik hep güç kullanılarak zorla alınır.” derken ulema tartışmasının ne olduğuna, laikliğin ulusal egemenlikle, meclisle ilişkisine “sert” bir açıklama getirecekti.

Ne var ki 100 yıl sonrasının meclisi tam da ulema tartışmalarına gömülmüş durumda. Aile, hak, hukuk, adalet meclise vekil seçilenlerin ulemacılığına terk edilmek isteniyor. 

Eli kalem tutan ulema köşe yazılarında yeni kabineyi, yeni meclisi, yeni anayasayı Türkiye toplumunun birlik ve bütünlüğünü sağlayacak tek çare olarak pazarlamaya başladı. Överek ya da yererek… Eli mikrofon tutan ulema da benzerini mecliste gerçekleştirecek.

Bu ulema, Cumhuriyet’in yıkılışında da rol oynamıştı. Hatırlanacaktır: Ömer Laçiner gibilerinin, Ali Bulaçlar ve Türkönelerle ağız birliği edip Osmanlıyı, liberal İslamcılığı keşfettiği dönem kısa sürmemişti. O sırada siyaset arenasında partiler sağcılaşıyor, İslamcılığı keşfediyor, laikliğin tabutuna her gün yeni bir çivi çakılıyordu. 

Peşlerine solu da takmışlardı… Hedef belliydi. İslamcılığı “liberalleştirecek”lerdi, sivil toplumcu ve giderek halklı bir dinselleşme dalgasını Türkiye toplumunun zihnine işleyeceklerdi.

AKP bugünlere onların emekleri sayesinde geldi. Milli Görüş geleneğinin liberalizmle bir derdi yoktu. Ama işte o liberalleşme dalgasıydı bu geleneğe kılık kıyafet giymeyi, kapitalizmle nasıl iş tutulacağını öğreten.

Ne badireler atlattılar…

1922’de Saltanat kaldırıldığında, 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde, 1925’te tarikatlar yasaklandığında İslamcılık zaten bitmiş durumdaydı. Bitmişlikten kastımız, İslamcılık ne “devletin bekası” ne de toplumun birliği ve bütünlüğünü sağlayan birleştirici unsur olarak bir şeyler sunabiliyordu. Yani İslamcılığın ayağa kaldırılması bayağı bir operasyonun ürünü olacaktı.

Osmanlı’daki reform girişimlerinden Osmanlı’nın yıkılışına ve sonra Cumhuriyet’in kuruluşuna uzanan uzun sürede o cephane tükenmişti. Ortada dönüştürülmesi gereken bir değerler sistemi ve ahlaki kodlar toplamı bulunuyordu. 

Fakat o kodların İslamcılıkla gerçekte pek bir alakası yoktu. O kodlar daha çok modern toplum olamamanın dinamikleriyle ilgiliydi. Birey olabilmek, sorumluluk sahibi olabilmek, hayata ortak çıkarla bakabilmek, çalışkanlık, disiplin…

I. Dünya Savaşı’nın genç subayının askerlerine dair izlenimi Anadolu’daki durum açısından oldukça tipikti: Anadolu’nun insanı mensubu olduğu dinin ismini dahi bilmiyordu. Peygamberin kim olduğuysa oldukça karışık bir konuydu. Kimisi “Peygamberimiz Enver Paşa” bile diyordu… Ama modern toplumun kodlarına da bir o kadar uzaktı. İslamcılık, çıkarcı tarikat şeyhleriyle, ulemayla buradaki boşluklara tutunmuştu.

Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ama bilhassa Mustafa Kemal’in din bezirganlarına, tarikatlara, şeyhlere şıhlara karşı öfkesinin kaynağını iyi anlamak gerekiyordu. 

Sorun sadece dünyaya “Batı”dan bakabilmekle ilgili değildi. Öyle olacak olsaydı, Mustafa Kemal’in birkaç kısıtlı örnek dışında Avrupa ülkelerinde geçirdiği vakit yok denecek kadar azdı ve feyz almak için oldukça yetersizdi. Asıl feyz, Avrupa’nın devrimci tarihinden devşirilecekti. 

Avrupa’da yaşamamanın avantajlarıydı bu bir bakıma. Çünkü emperyalizmin Avrupa’sında Montesquieu de yoktu, Rousseau da…

Mesele bu topraklarda her daim canlı olduğunu bildiğimiz, tartışmalı ama gerçekliği olan o ideolojideydi: “Devletin bekası”nı sağlamak için yeni bir devlet kurulmalıydı. Geçmişteki hatalardan, yani reformla muhafazakarlık arasında gidip gelmişlikten tamamen kurtulunmadan bu iş olmazdı.

Halkı bölen, tebaaya dönüştüren, cahil bırakan ve aldatan tarikat şeyhleri yıllar boyunca koca ülkenin nimetlerine çökmüş, zenginleşmiş ve o zenginliğe dokunulmasın istemişti. Osmanlı uleması yer yer bunlarla çatışmış ama aslında pek de dokunmamıştı. 

Türkiye Cumhuriyeti ise bir ulus olmadan hiçbir şey olamayacaktı. Bu dönüşüm, sanıldığının aksine, tepeden indiği için falan yarım kalmadı. Yeni toplumun bütün o değerler sistemiyle birlikte yeniden kurulmasında asıl adım 1930’larda atılmaya başlanmıştı. Halbuki 1940’lar bu dönüşüme tam da tepeden set çekme girişimine sahne olacaktı. 10 sene, toplumun kodlarını düzenleyebilmek için, kalpleri ve zihinleri dönüştürebilmek için çok sınırlı bir süreydi.

Tarikatçı kafanın birden çok başı vardı ve bugün neredeyse hepsi siyasetin içinde… Ama örnek olsun, Milli Görüş geleneği yola çıktığında bu Anadolu’nun dört bir yanındaki tarikatçı kafanın da canlanması ve siyasete uzanması anlamına geliyordu. İlk önce Demokrat Parti’de, daha sonra Adalet Partisi’nde, AP “sola çekince” Milli Nizam Partisi’nde… 

Ama strateji değişmedi. Düzen siyasetinde İslamcılığa denk düşen bir boşluk vardı. O boşluğa oynanmalıydı. Erbakan, bütün o “antiemperyalist” retoriğinin aksine, tam da emperyalizmin gereksindiği Türkiye’de açılan o boşluğu kullandı.

Kullandı. Kullandı ve o kafa sonunda 2023’ün meclisine hakim oldu…

Ne var ki şahlanacak denilen ve muhafazakarlığın koruyucusu bellenen İslamcılığın ikinci kez çöküşüne tanık olundu: Zengin, ayrıcalıklı, tarikat bağlarıyla yükselmiş ve musluğun başına oturmuş ulema bir tarafta; yoksul, ezilen, dövülen ve öldürülen halk diğer tarafta.

İslamcılığın bu toplumu birleştirmek bir yana, zenginler ve kapitalistler eliyle daha da böldüğü, adaletsizlik yarattığı ayan beyan ortaya çıktı. 

Cumhuriyet’in kurucuları laikliğe bu toplumu birleştirmek ve çıkarcıları sepetlemek için tutunmuştu. Türkiye, bugün başka bir açıdan ama benzer bir gereksinimle cebelleşiyor. Peki laikliği yeniden egemen kılmanın önünde bu sefer kim engel oluyor? Kim istiyor meclisteki bu ulema tartışmasını?

Ulemayı kim zenginleştirdiyse, zengin-fakir düzeninin egemenleri kimlerse, gözler önce oraya dikilmelidir.