"Neoliberal çağdaki kapitalizm, radikal sağın yükselişinin arkasındaki esas dinamiktir ve bunu görmezden gelen merkez/makul siyasetin radikal sağın yükselişine dair konuşma hakkı yoktur."

'Türkiye’de aşırı sağ neden yükselmiyor?'

Kimileri artık mevcut olmadığını iddia etse de siyasi kutuplaşmanın ana eksenini “sol” ve “sağ” belirler, belirlemeye de devam edecektir; çünkü modern siyasetin evrensel yasası tam olarak bu ayrım üzerine kuruludur. 

Son yüz yılda bu iki sözcüğün önüne birçok sıfat eklenmiştir ve “aşırı” da bunlardan biridir; “aşırı sol” ve “aşırı sağ” sözcüklerini bolca duyarız, bu sıfat ise bize siyasete dair önemli şeyler anlatır. 

Her şeyden önce herhangi bir sözcüğün önüne “aşırı” sıfatını getirmek, “makul” ve “doğru” olanın ne olduğunu bilmek, bunun bilgisini tekeli altına almak demektir. Buna göre solun da sağın da “makul”, yani kabul edilebilir olanı –ki bunu “merkez” sözcüğü karşılar- ve bir de “aşırı” olanı vardır; aşırı olan ise elbette ki her zaman sakıncalıdır, tehlikelidir.

İkincisi, “aşırı sağ” ve “aşırı sol”dan bahsetmek bunların ikisini de “makul” olan karşısında eşitler. Yani faşizm de komünizm de totaliter birer ideoloji ve rejim olarak eşitlenir, Hitler’le Stalin “diktatör” payesiyle bir madalyonun iki yüzü olarak görülür, Nazi Almanya’sı ne ise Sovyetler Birliği de odur vs.  

Ancak üçüncü bir hakikat daha vardır; merkez siyaset “aşırı sol” ve “aşırı sağ”ı teorik ve retorik düzlemde eşitlese de pratikte böyle bir eşitlik söz konusu değildir. 

“Aşırı sol” düzen açısından her zaman bir beka meselesidir, düşman olandır, tehdittir ve tehlikelidir, ona karşı sürekli teyakkuz halinde olunmalı ve onunla sürekli mücadele edilmelidir. “Aşırı sağ” ise bir alarm durumunda yardıma çağrılmak üzere düzen tarafından her zaman el altında bulundurulur, belli ölçüler içerisinde devlette ve devletin dışında örgütlenmesine izin verilir, maddi kaynaklarına çoğu zaman dokunulmaz, sadece kontrol dışına çıkabileceğinin düşünüldüğü zamanlarda bir balans ayarıyla hizaya getirilir. 

Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan tablo “aşırı sağ”ı bir tartışma başlığı olarak tekrar hem dünya hem de Türkiye kamuoyunun önüne getirdi; makul, yani merkez sağ ve sol siyasetten, solun sosyalist ve komünist unsurlarına uzanan genişlikte bir tartışma başladı.

Peki bu yükselen dalgaya “aşırı sağ” diyebilir miyiz? Elbette ki sağ siyasetin en sağ ucunda yer alması anlamında bu tabir kullanılabilir; ancak az önce anlatmaya çalıştığımız üzere “aşırı” sözcüğünün siyasette kullanılmasının merkezi kutsayan, makul olanı tekeli altına alan bir yanı vardır. 

Peki bunun yerine ne kullanabiliriz? Batı’da buna dair çeşitli kullanım ve adlandırma biçimleri var: Sağ popülizm, neo-faşizm, yeni ırkçılık, radikal sağ vb. 

Kanımca sağ popülizmden neo-faşizme ve oradan da ırkçılığın yeni biçimlerine uzanan bir genişlikte, yükselen bu dalgayı “radikal sağ” başlığı altında ele almak ve daha sonra her bir parti ya da akım için nüanslandırmak daha faydalı olacaktır. Çünkü yükselen şey, farklı veçheleriyle, farklı partileriyle, farklı örgütleriyle olsa da bir bütün olarak radikal sağdır.

Peki radikal sağın yükselişinden söz ediyorsak bunun gerisinde hangi dinamikler bulunmaktadır? 

Horkheimer bir zamanlar “kapitalizm hakkında sessiz kalanlar faşizm hakkında da sessiz kalmalılar” diyerek kapitalizmle faşizm arasındaki varoluşsal ilişkiye dikkat çekmişti. Bu bugün de böyledir; neoliberal çağdaki kapitalizm, radikal sağın yükselişinin arkasındaki esas dinamiktir ve bunu görmezden gelen merkez/makul siyasetin radikal sağın yükselişine dair konuşma hakkı yoktur.

Son kırk yıldır neoliberal politikalar küresel ölçekte kamuculuğun karşısına piyasacılığı koymuş, her şeyi meta haline getirmiş, gelir dağılımını alt üst etmiş, sosyal devleti zayıflatmış, kamusal hizmetlere erişimi zorlaştırmış, işsizliği artırmış, emek hareketini zayıflatmış, kimlikçiliği desteklemiş ve çevre ülkelerden merkez ülkelere göçü tetiklemiştir. 

Bugün Batı’da radikal sağın yükselişinin temelinde sığınmacı/göçmen düşmanlığı vardır ama sığınmacı/göçmen meselesini ortaya çıkaran şey az önce anlattığımız tablodur; neoliberalizm çağında kapitalizm dünyayı eskisine nazaran çok daha eşitsiz, çok daha adaletsiz bir yer haline getirmiş durumdadır. 

Bu eşitsiz ve adaletsiz tabloya soldan ve sınıfsal bir perspektifle müdahale edebilecek bir ülke olmadığı gibi, ülkelerin kendi içinde de sınıf eksenli siyaset izleyen güçlü bir soldan söz etmek de -Yunanistan gibi birkaç istisna bir kenara bırakılırsa- mümkün değildir. 

Solun yokluğunda ise radikal sağ, alt-orta sınıfların düzene yönelik öfkelerini manipüle edebilmekte ve sözde düzen dışı bir söylemle onlar için bir cazibe merkezi haline gelebilmektedir. Bugün yaşanan tam olarak budur; Avrupalı alt-orta sınıflar emek hareketinin ve sosyalist solun zayıflığında/yokluğunda yaşanan krizin faturasını göçmenlere/sığınmacılara kesmekte, göçün arkasında bir “üst akıl” olduğuna inanmakta, bu yüzden de yüzlerini radikal sağa dönmektedirler.

Gelelim bize… 

Pazar gününden beri Türkiye’deki radikal sağ çevrelerde AP seçim sonuçlarından duyulan bir memnuniyet ve coşku var; farklı ülkelerin milliyetçileri, ırkçıları, faşistleri nihayetinde birbirlerinin de düşmanı olsalar da bu memnuniyet ve coşku halinin asıl nedeninin radikal sağın dünya ölçeğindeki yükselişinden buraya da bir pay düşmesi umudu olduğu açık. 

Bu sevinçli ruh hali radikal sağın sinik retoriğiyle birleştiğinde ortaya çıkan ve birkaç gündür sorulan soru ise şu: “Neden bizde aşırı sağ yükselmiyor?” 

Evet 2024 Türkiye’sinde bu soru sorulabiliyor; çünkü radikal sağı basitçe göçmen/sığınmacı düşmanlığı olarak kodlayan bizim radikal sağcılar Türkiye’de radikal sağın nasıl normalleştirilip merkezin içine doğru yerleştiğinin farkında dahi değiller.

Her şeyden önce, AKP iktidarı yıllardır bize özgü bir sağ popülizmin taşıyıcılığını yapıyor; İslamcılıkla bezenmiş bu popülizm, sağ popülizmin evrensel söylemine uygun bir şekilde kendisini elitlerin karşısında milletin temsilcisi olarak görüyor, dinsel bir kolektif kimlik inşa etmeye çalışıyor, yeni-Osmanlıcı emperyal hayaller peşinde koşuyor ve bir süredir de LGBT, sokak hayvanları gibi başlıklarda yeni düşmanlar icat ederek sağ popülist karakterini güçlendiriyor.

İktidar ortağı olan MHP’nin adını ise Almanya’daki AfD’nin ve Fransa’daki Ulusal Birlik’in yanına yazmakta hiçbir sakınca bulunmuyor; hatta güvenlik aygıtında örgütlenme, siyasal şiddet ve bir zamanlar üstlendiği paramiliter güç misyonu üzerinden bakıldığında bu partiler MHP’nin yanında adeta birer merkez sağ parti gibi kalıyor.

Benzer bir durum muhalefet için de geçerli; İYİP, Saadet Partisi, Refah Partisi, Büyük Birlik Partisi… Bu partilerin hepsi, söylem ve eylemleriyle, siyaset biliminin kriterleri açısından rahatlıkla “Türkiye’de radikal sağ” başlığı altında incelenip değerlendirilebilecek partiler. 

Batıda yükselen radikal sağın buradaki muadili ise elbette ki Zafer Partisi. ZP, bütün bir siyasetini göçmen/sığınmacı düşmanlığı üzerine kuran, Türkiye’nin bütün meselelerini göçmenlere/sığınmacılara bağlayarak toplumun düzene yönelik öfkesini manipüle eden, ırkçılığı bir performans olarak sergileyip normalleştiren, merkez partileri kendisini dikkate almaya mecbur bırakan hamleler yapabilen bir parti olarak duruyor karşımızda. 

Belediye seçimlerindeki alınan sonucu, bu partinin başarısızlığı olarak görmek ise kanımca yanlış; çünkü Türkiye’de radikal sağ sığınmacı/göçmen meselesi odaklı bir şekilde ve özellikle kentli, eğitimli genç kuşak içerisinde bir dip dalgası olarak yükseliyor ve çoğunlukla “çevrimiçi” bir karakter taşışa da yani kendini internet üzerinden var etse de yine de şu an Zafer Partisi mecrasına akmaya devam ediyor.  

Velhasıl, “Türkiye’de aşırı sağ neden yükselmiyor” sorusuna, “daha ne kadar yükselebilir ki” sorusuyla yanıt vermek gerekiyor. Türkiye’de siyaset 12 Eylül’den beri sistematik bir şekilde sağa çekiliyor, Türkiye toplumu belli bir plan, program doğrultusunda sağcılaştırılmaya çalışılıyor, iktidardaki sağcılığın karşısına alternatif olarak yeni birtakım sağ projeler konuluyor, o esnada sol öcüleştiriliyor, denklemin dışında kalması için her şey yapılıyor. 

Peki hem Türkiye’de hem dünyada radikal sağın yükselişi nasıl durdurulabilir, faşizmin günümüz versiyonu ile nasıl mücadele edilebilir? 

Bu sorunun çok basit bir yanıtı var: Kapitalizme dair sözü olmayanların faşizme dair de konuşamayacaklarını ve faşizme karşı mücadelenin aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele olduğunu söyleyen, anlatan, gösteren bir siyaset inşa etmek.

İnsanlık ya kapitalizmi ilga etmeyi ve eşit, adil ve özgür bir toplum kurmayı başaracak ya da Hollywood filmlerinde bile tahayyül edilmemiş bir distopyanın içerisine düşecek.