Her şeyi sınayarak öğrenme

"Her şeyi sınayarak/yaparak öğrenme" yönteminin en pahalı öğrenme yöntemi olduğu bilinir. Bunun bir yöntem olduğu dahi kuşkuludur. Çünkü kendisinin veya başkasının deneyimlerinden ders almayı bilememek, hatta tarihten ders almayı bilmemek, herhalde ergenlik aşamasını hiç aşamamak demektir. (Haksızlık yapmış olmayalım, bütün ergenler de bu durumda değildir. Hatta 1,5 yaşındaki bebekler bile divandan düştükten sonra bunu bir de masadan denemeye çalışmazlar!).

Ama bizdeki iktidar herşeyi deneyerek öğrenmeyi seviyor. Çünkü siyasi bedelini ödemiyor. Bu şımarıklık halinin arkasında, siyasi sorumlulardan zamanında hesap sormasını bilemeyen geniş yığınlar var. Her denemeden sonra farklı politikalara savrulan bir siyasi heyetin, rakipsiz konumunu sürdürebilmesi var.

Hesabın gecikerek sorulması, toplumun gecikilen süre boyunca en büyük zararları görmesine engel olamıyor. İnsanlar ölüyor. İnsanlar göçe zorlanıyor. Dünyanın en çok sığınmacı kabul eden ülkesi durumuna geliniyor. Yaşamlar altüst oluyor. Yurtiçinde emekçi kesimlerin sömürü oranları yükseliyor. Vahşi kapitalizm tamamen kontrol dışına çıkıyor ve bir ur gibi büyüyor. İş kazaları ve iş cinayetleri patlıyor. (Yıllık ortalama bin işçi ölümünden iki bin ortalamaya geldi). Toplumun sağlığı bozuluyor; çocuk aşıları tüm nüfusu kapsayamıyor; artık görülmeyen hastalıklar, su çiçeği, trahom, sıtma vs. yeniden hortluyor.

Oysa bütün bunlar olmayabilirdi. Büyük oranda önlenebilirdi. Yalnızca ders almayı bilmek, yalnızca diplomasinin deneyimlerle pişmiş sağduyusuna güvenmek, Cumhuriyet döneminin kazanımlarını tu-kaka etmemek bile, Türkiye'nin siyasi muktedirlerinin komşularına istikrarsızlık tohumları ekerek maceralara sürüklenmesini önleyebilirdi.

***

Zikzakların çapını düşünebiliyor musunuz? Önce Esad rejimi ile sıkı-fıkı ilişkiler, ardından Suriye'yi istikrarsızlaştırmada başrolü kapma hezeyanları... Dünyanın tüm cihatçı teröristlerinin bu ülkeye akmasına baş hamilik. Eğer emperyalizmin ve yardakçılarının müdahalesi olmasaydı en fazla birkaç bin cana mal olabilecek bir iç istikrar mücadelesi, şimdi yüzbinlerce cana, milyonlarca evsiz ve yurtsuza, harabeye dönmüş kentlere yol açmışsa, ülke birkaç parçaya bölünmüşse, bunlardan biri de Türkiye sınırlarında yapay bir devlet oluşumuna yönelmişse, sorumlularından biri de kimdir? Şimdi aradabir doğruya yöneliyor gibi gözüküyor diye, geçmişe sünger mi çekilecek? İslamcı ve mezhepçi yayılmacılığın yerine milli sınırları koruma mevzisine geri çekilmek zorunda kalınması övgülere mi vesile olacak sadece?

Gelelim bir başka büyük zikzaka: PKK ile çözüm müzakereleri yürüten, bölgenin silahlandırılmasına göz yuman, 2015 Şubatında Dolmabahçe'de zirve yapan bir anlayışın, içerdeki oy kayıplarını ve HDP'nin başkanlık sistemine tam destek olmayacağını gördükten sonra 180 derece dönerek nefret tohumları ekmeye başlamasını olağan mı karşılayacağız? Bu süreçte -PKK'nın da kentlerde azgınlaşmasıyla-  artan insan kayıplarından, yeniden göçe zorlanan kitlelerden ötürü iktidarı hiç mi sorumlu tutmayacağız?

Gelelim üçüncü zikzak örneğine. Barzani'nin bir bağımsızlık referandumu yapma cesaretini bulduğu kaynaklar arasında acaba Türkiye'yi yönetenler yok mudur? Başka türlü de sorulabilir: ABD ve Türkiye'den cesaret almamış olsa, Barzani bu referandumu gündemine alabilir miydi? 2013'te Diyarbakır'da AKP-Devlet mitinginin baş davetlisi olan, 2016 Nisan referandumunda "evet" oylarının artması için desteğine başvurulan Barzani değil miydi? Henüz 2016 sonbaharında "bizim Kuzey Irak'ta muhatabımız Barzani'dir" diyen bir başbakan, 25 Eylül 2017'de "artık bizim muhatabımız Irak merkezi yönetimidir" deme noktasına nasıl hızla gelebilmişti? İşin aslı, iktidarın Kuzey Irak Yönetimi'nin bağımsızlık referandumuyla bir sorunu yoktu; birkaç hafta öncesine kadar tepkiler zaten alt perdeden ve göstermelikti; daha çok "şimdi sırası mı" şeklindeydi ve örtük bir göz yummayı içermekteydi. Çoğunluğu sünni olmayan Türkmenlerin hakları da bu iktidarın pek umurunda olmamıştı. Barzani'nin nüfus kaydırma siyasetiyle Kerkük gibi önemli merkezleri Kürtleştirme politikalarına anlamlı tepkiler dahi verilmemişti. Ama hem içerden beklemediği şiddetteki milliyetçi tepkiler (MHP ve benzerleri de dahil), hem uluslararası ve bölgesel saflaşmanın dışında kalamama durumu, hem  artık Suriye ile Irak Kürtlerine ayrı politika uygulama esnekliğinin yitirilmeye başlanması, hem de Barzani girişiminin Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılanmaya başlanması veya buna zorlanılması gibi nedenlerle, iktidar da beklenmedik ölçüde sert tepkiler verdi. Şimdi bu konuda gerçekleşen Türkiye, Irak, İran dizilişinin, yanına Esad'ı da alması an meselesidir. Kökleri Özal'a kadar giden, Musul ve Kerkük'ü de içine alan bir büyük Türkiye-Kürdistan konfederasyonu tasavvurundan gelinen noktalara bakar mısınız?

***

Aslında bu üç örnek AKP dönemini tanımlamaya yetmez; buna benzer çok sayıda politika zikzakları yaşanmıştır. İsrail'den Filistin'e, Libya'dan Mısır'a, İran'dan Rusya'ya, Hollanda'dan Avusturya'ya, ABD'den Almanya'ya... En önemlilerinden biri de AB ile olan ilişkilerdeki altüst oluşlardır. Bunların önemli bir bölümü iç siyasete yönelik konjonktürel manevralardır ama önü arkası iyi düşünülmediğinden hüsranla ve ülkenin itibar ve çıkar kayıplarıyla sonuçlanmıştır. Bazıları, Türkiye-AB ilişkileri örneği, başlangıçta iktidarın iç siyasi konsolidasyonu için başvurduğu taktiksel bir açılımdır. İktidara gelişinde en önemli desteği olan ABD olan ilişkiler de böyleydi. Ancak bu ilişkilerdeki bozulma, AKP'den ziyade ABD'nin inisiyatifinde olmuştur, 15 Temmuz darbe girişimine desteğinde olduğu gibi. İktidarın içerde Fetullahçı hareketle, diğer tarikatlerle, liberallerle kurulan/bozulan ittifakları bu türdendir yani taktikseldir; şimdi MHP ittifakı için olduğu gibi. Burada ipler her zaman kendi elinde olmamış ama şimdiye kadar lehine çevirmeyi başarmıştır.

Bu "başarıda", içerde giderek koyulaşan bir baskı rejiminin kurulması, toplumun doğru bilgilenme hakkının medyanın maymuna döndürülmesi yoluyla engellenmesi etkili olmuştur.

Bölgeyi büyük güçlerin oyun alanına çeviren, onların Irak ve Suriye'de kalıcı olmalarına yol açan, Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye atan, uzun vadeli siyasi ve ekonomik çıkarlarına zarar veren, ülke itibarını iyice aşındıran bu siyaset tutarsızlıkları, iktidarın kendi hedefine kararlılıkla yürümesini şimdiye kadar olumsuz etkilememiş, hatta belirli konjonktürlerde (örneğin AB ile iyi ilişki kurulduğu ilk 10 yılda) desteklemiştir. Ama böyle zikzaklarla yürümenin de bir sonu olacaktır; tıpkı çekirgenin sıçramaları gibi.