Unutmak Üzerine

Ne mutlu bana ki, unutabiliyorum!

Yaşamım, her insanın kişisel yaşam serüveni gibi, acılı olaylarla doludur. Sevdiğim bir insanı yitirişim, bana derinden acı veren bir kayıp, kimi yenilgilerim, yaşamımın akışını değiştiren kötü rastlantılar... Aslında bu tür acılı olayları unutmaya, sürekli beni rahatsız etmemeleri için belleğimin en derinlerine gömmeye çalışırım. Zaman zaman, hiç ilgisiz bir nesnenin ya da olayın yarattığı çağrışımla belleğimin karanlıklarından yükselseler de onları bastırır, geldikleri yere geri gönderirim.

Unutmak iyi bir yetenektir. Hiçbir şeyi unutmadığımı, yaşamımda gelmiş geçmiş tüm olayları, olguları, kişileri bellek denilen hazinemin en kuytu köşelerine atamadığımı ve asla “unutmak” gibi bir hassaya sahip olmadığımı düşünmek bile istemiyorum. İyi ki, unutuyorum, unutabiliyorum.

Tabii sadece benim gibi tek tek bireylerin değil, bütün toplumların yaşamı da acı dolu olaylarla örülü. Doğal felaketler, salgın hastalıklar ve asla sonu gelmeyen savaşlar, darbeler, toplu katliamlar, sınıf mücadeleleri... Hesabını tutamayacağımız kadar çok dökülen kan, yiten can... Tüm toplumların tarihi bu tür olaylarla dolu. İnsanlar onları da unutmaya, bu tür olayları günlük yaşamlarında uzaklaştırmaya ve acı veren baskısından kurtulmaya çalışıyor. Ne olacaktı ki? Bütün bir toplum sürekli olarak acı veren olayların sarmalında mı yaşayacaktı?

Ama olmuyor. Öylesi olaylar var ki, toplumun belleğinden silinip gitmiyor.

Neden derseniz... O olaylara neden olanlar, savaş çıkaranlar, darbe yapanlar, komplolar düzenleyenler, toplu ya da tek tek cinayetler işleyen ve işletenler, idam kararları veren ve verdirenler, binlerce insanı hapishanelere dolduran, yığınsal olarak en insanlık dışı işkenceler uygulayan ve uygulatanlar, köyleri zorla boşaltıp insanları topluca sürgüne gönderenler...

İşte bunların yüzünden unutmuyoruz, unutamıyoruz.

Birileri ellerindeki tüm olanaklarla, planlı bir şekilde bu tür olayları toplumun belleğinden çıkarıp atmaya çabaladıkça unutamıyoruz. İnkarcılar böylesi olayları hiç olmamışçasına resmi tarihin sayfalarından silmeye çalıştıkça anımsıyoruz. Kimi çıkarcılar, düzenbazlar, dönekler olayları tepetaklak ederek, nedenlerini çarpıtarak, faillerini gizleyerek toplumsal belleği bulandırdıkça unutmayı unutuyoruz.

Bir şey daha var belleğimizi taptaze tutan: O acı veren, insanı insanlığından utandıran olayları çağrıştıracak işler yapanlar, laflar edenler.

Böylece biz de unutmuyoruz. Onların her söyleminde, her davranışında bir kez daha anımsıyoruz. Anımsamayı görev ediniyoruz. Tek tek her bir olayı, her bir kurbanı, uğranan her haksızlığı taptaze belleklerde tutuyoruz.

Madımak Oteli’nin önünde biriken gözü dönmüş, ucube beyinli yaratıkların yırtılan hançerelerinden çıkan nefret kusmukları midemizi bulandırıyor! Kırılan camlardan fışkıran dumanlar gözlerimize doluyor! Kimi odaları sarmış alevlerin ateşi yüzümüze vuruyor! İçeriden yükselen feryatlar, yardım çağıran haykırışlar kulaklarımızı tırmalıyor! Ve halkımın yitip giden aydınları, ozanları, sanatsevleri yüreğimizde atıyor...

Unutmuyoruz. Unutamıyoruz.

Bu toplu cinayetten önce, kimlerin Sivas’a gelerek bu katliamı tezgahladığını ve örgütlediğini, “İslâmın Peygamberi’ni ve kitab’ın izzetini korumak için, bu uğurda verilecek canlarımız vardır... Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür.” safsatalarıyla halkı kışkırtmayı hedefleyen bildirileri kimlerin dağıttığını...

Unutmuyoruz.

Olayın başından itibaren polisleri geri tutanların sadece komiserler, emniyet müdürü değil (isimleri biliniyor), T.C devletinin valisi (kim olduğu belli), onun da üstünde İçişleri Bakanının bulunduğunu (ismi belli)... Askerleri geri tutanın başında sadece alay, tugay komutanları değil (isimleri belli), Genel Kurmay Başkanı (ismi belli), dahası, Milli Savunma Bakanı (ismi belli) olduğunu... Bütün bunlar olurken kimin başbakan, kimin cumhurbaşkanı koltuğunda oturduğunu (kim oldukları biliniyor)...

Unutmuyoruz.

Bu kanlı irtica olayının sorumluluğunu Aziz Nesin’e yükleyen, Pir Sultan Abdal şenliğine katılan aydınları, ozanları provokatör grubu olarak niteleyen köşe yazarlarını (hepsinin adı biliniyor)...

“Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş. Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. Ortada halkla halkın çatışması yoktur. Halkla güvenlik güçlerinin çatışması yoktur. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır.” diyeni... “Olayın büyütülmesini doğru bulmuyorum. Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi.” diyeni... “Çok şükür otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir.” diyeni (bunların her birinin kim olduğu biliniyor)..

Unutmuyoruz.

Ve düşmana inat, ne ağlıyoruz, ne yas tutuyoruz! Yapılması gerekeni yapıyoruz. İçimizde fokurdayan kızgınlığı, bir ağızdan yükselen belgilere, marşlara ve türkülere dönüştürüyoruz. Şiirlerle, öykülerle, tiyatro yapıtlarıyla, belgesel filmlerle, resim ve heykellerle geleceğe iz düşüyoruz. Yüreğimizden yükselen isyanı bastırıp, gelecek günler için biriktiriyoruz önümüzde duran mücadeleler için gücümüze güç katıyoruz.

Ve asıl bu tür olaylardan ve kişilerden çok daha büyük önem taşıyanı, çok daha derinde yatanı, çok daha belirleyici olanı unutmuyoruz: Bunun bir sınıf savaşı olduğunu...