Bir ölünün ardından konuşmak

“Ölünün ardından konuşulmaz”(mış). Bu saçmalığı bir yana bırakıp, her ölünün ardından konuşacağız! Böylece kimi insanların adı tarihin aydınlık sayfalarına yazılacak; kimi karanlık sayfalarına gömülecek; kimisini ise halklar hafızalarından silip, çöplüğe atacak. Böylece herkes layık olduğu yere yerleşecek.

Geçtiğimiz Cumartesi günü Mário Alberto Nobre Lopes Soares öldü! Almanya’daki sol eğilimli Junge Welt gazetesi Suarez’in adının kenarına “Karanfil Devrimi’nin katili... dünya çapında bir gerici” notu düşmüş. Bu notu olduğu gibi aldım; bir köşeye kaydederken bir cümle daha ekledim: “İşte, sosyal demokrasinin ihanetine ve Alman emperyalizminin İberik Yarımadası’na müdahalesine bir örnek daha!”

1974 yılının 25 Nisan günü Avrupa’daki son dikta rejimi yıkılıyordu. Silahlı Kuvvetler Hareketi’ni (Movimento das Forças Armadas) oluşturan, rejim değişikliğinden yana genç askerler harekete geçmişti. Kırk yıldır ülkedeki faşist dikta rejimiyle dostane ilişkiler sürdürmüş olan Katolik Kilisesi bile, durumun farkındalığıyla radyosunda uzun yıllardır yasaklı Grândola marşını çalmaya başlamıştı. Bunun üzerine ordu birlikleri tüm stratejik merkezleri işgal ederek, yurttaşlara evlerinden çıkmama emri verdi. Portekiz Komünist Partisi ise halkı meydanlara çağırıyordu. Kimse yasağı dinlemedi. Meydanlar yüzbinlerle, kızıl bayraklarla doldu. Avrupa’da komünistler, sosyalistler, anti-faşist güçler askerlerin silahlarının namlularına karanfiller sokan kadınların fotoğraflarıyla heyecanlandı, o günü bayram ilan etti.

Bu aslında beklenmeyen bir şey değildi. İberik Yarımadası’ndaki iki ülkeye gözünü dikmiş olan emperyalistlerin İspanya İç Savaşı’nda başlattığı ve Alman faşistlerinin doğrudan desteğiyle iktidara gelmiş olan diktatörlerden ikincisi, Salazar 1970’de ölmüştü. Ülkede onun kurduğu rejimin karanlığından çıkma, ardında bıraktığı yıkıntılardan kurtulma mücadelesi yükselmişti. Halkın giderek daha geniş kesimleri sistem içinde yapılan seçimlerle bu karanlığı yırtmanın mümkün olamayacağını da kavramaktaydı.

Tabii sadece halk değil... Emperyalizmin stateji uzmanları da Portekiz’deki toplumsal çalkantıyı izlemekteydi. Orada kapıyı çalmakta olan rejim değişikliğine karşı çoktan hazırlığa girişmişlerdi. Bunun için bir örgüte, o örgüt için kadrolara ve bir lidere gereksinimleri vardı. Bu da en iyisi soldan biri olmalıydı. Bu kişi eski bir komünist olsa daha da iyiydi.

Gençliğinde Portekiz Komünist Partisi üyesiyken, sonradan sosyal demokrasinin militanı haline gelmiş, bu arada tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş Suarez bu iş için biçilmiş kaftandı. 1969’daki son Ulusal Meclis Seçimleri’nde PKP’nin oluşturmaya çalıştığı anti-faşist seçim ittifakına karşı bir “Özgür Seçim Komisyonu” kurarak ve komünistlere karşı tavır alarak, solu bölmekteki başarısını da ispatlamıştı.

Alman emperyalizminin gereksindiği önlemi gerçekleştirme görevini Willi Brant liderliğinde Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üstlendi ve hemen harekete geçti. Nisan 1973’de Bad Münstereifel kasabasında düzenlenen bir “Danışma Konferansı”nda, Soarez’e Sosyalist Parti’yi (Partido Sosialista) kurdurdular. Soarez Paris’ten –medyanın “Özgürlük Treni” olarak pazarladığı- trenle Portekiz’e geri döndü. Hemen 10 gün sonra gerçekleştirilen Anayasa Kurucu Meclis Seçimleri’nde Alvara Cunhal’in liderliğindeki Portekiz Komünist Partisi’ne karşı saldırısını artırdı. PCP’nin %12,5 oyuna karşı %38 oy alarak seçimlerden en güçlü parti olarak çıktı.

Bundan sonra yaptığı ilk iş, Başbakan Vasco Gonçalves’in istfifasını istemek oldu. Gonçalves, devrimin askersel kanadı Movimento das Forças Armadas’ın lideriydi. Sömürgeciliğe karşıydı. Bankaların ve sigorta şirketlerinin, ağır sanayi kuruluşlarının, kamu hizmeti verecek tüm kurumların devletleştirilmesinden yanaydı. Soarez açısından çok daha da kötüsü vardı: Gonçalves Portekiz Komünist Partisi’ne çok yakın bir politikacıydı!

Soarez’in Portekiz‘deki „Karanfil Devrimi“ne ihaneti böylece başladı. „Sendikalarda Özgürlük ve Çoğulculuk„ teorisyeni Salgado Zenha’yı da yanına alarak komünistlerin etkin olduğu sendikaları bölerek yoluna devam etti. Attığı her adımda, Portekiz’de yaygın güç sahibi komünistleri biraz daha dıştaladı. Portekiz’i emperyalist odaklara biraz daha bağladı. O yolun sonunda geleceği yer de belliydi. Portekiz’in Avrupa Birliği‘ne girmesinin baş mimarı, bugünkü iflasının, halkın düşmekte olduğu sefaletin mühendisi oldu.

Aynanın karşısına geçip bakmaktan çekinmeyeceksek, tüm suçu karşıtlara, hainlere yüklemekle işin içinden sıyrılmaya çalışmayacaksak, söylenecek birkaç söz daha olmalı değil mi?

Çoktan tarihe karışmış olan Portekiz Devrimi üzerine söylenecek sözü aslında Portekizli komünistlere bırakmak gerekir. Onlar kuşku yok ki, 1974‘te yaptıkları hatayı bir gün değerlendirecekler: devrimi „karanfil“de bırakıp, sosyalizme taşımakta ellerinin titremiş olmasını eleştireceklerdir.

Biz kendi işimize bakmakla, kıssadan hisseler çıkarmakla yetinelim.

Bir devrimi “karanfil“le süslemekle yetinenler hüsrana uğramışsa… „Turuncu“ya boyanmış, ya da kıştan sonra „bahar“ı müjdeleyen devrimleri tezgâhlamakta kimlerin parmağı olduğu apaçık ortadaysa… Bu işte sosyal demokratların, „sosyalizm“ adının hırsızı örgütlerin, sol geçinen liberallerin hangi görevleri üstlendiklerini, hep birlikte hangi odaklara hizmet ettiklerini anlamak için Portekiz örneği de bir fırsattır.

Giderek bir dikta rejimine ve siyasal islamın karanlığına doğru sürüklenen ülkemiz de büyük toplumsal çalkantılara gebe. Her an herşey olabilir. Bunca örneğe karşın birileri hâlâ “demokrasi”, “özgürlük”, “çoğulculuk” gibi boş kalıplarla kitleleri peşinden sürüklemeyi başarırsa... AKP’nin yıktığı Cumhuriyetin yerine sosyalist bir cumhuriyet kurma zorunluluğu anlaşılamazsa...

Bir kez daha yazık olacak bu ülkenin emekçi halkına.