Geçen yüzyıldaki başarılar ile başarısızlıkları, zaferler ile yenilgileri anlayabilmenin temelleri, sosyalizm mücadelesinin teori ve pratiğinde içerilmiş bulunmaktadır.

Otuz yılın sonunda

Otuz yıl derken yıkılışını kast ediyoruz. Bazı resmi ilan edilişlerin, spekülasyonların, ciddi yorumların, şunun bunun üzerinden o kadar zaman geçti geçmesine de Ekim Devrimi’nin yıkılışının ardından otuz yıl geçmiş denemez, çok daha fazla  oldu aslında. Bugünse yıkılışının değil, ortaya çıkışının yıldönümündeyiz. Kutlarken sadece çağ açtığından, emekçilere kazandırdıklarından söz etmek ne kadar doğrudur, emin değilim. Tamam, bir yıldönümünde düşmanlar dışında kalanlar için, kutlamaktan söz edilir de ne zamandır olduğu gibi bitişine ilişkin akla yakın saptamalar arttıkça, söze girerken bir iki hatırlatma ya da uyarma gerekli olabiliyor.   

Orhan Gökdemir 30 Ekim’deki yazısında bizdeki cumhuriyetin ne zaman yıkılmış sayılabileceğinin belirlenmesiyle ilgili birtakım denemeler yapıyordu. Bana kalırsa, her birinin kabul edilebilirliği vardır ve bu durum bir nesnelliğin yansımasıdır. Orhan’ın denediği yıkılışın başlangıcı ile ilgili saptamaların, her biri birbirinden farklı olmakla birlikte, hiçbirinin temelsiz olmadığını düşünüyorum. Herhangi birini doğru kabul etsek, kimse itiraz edemez; etse de itirazında ısrarcı olamaz. Demek, bizim bu 1923 cumhuriyetimiz çoktan ölmüştür, ağlayanı da çoktur üstelik. Ama, ne yazık, bütün ağlayanlar bir araya gelseler, kurtuluşu yoktur.

Resmi denebilecek doğum tarihi, bizim cumhuriyet devrimimizden altı yıl öncenin hemen hemen aynı günlerine denk gelen dünya emekçilerinin Büyük Ekim Sosyalist Devrimi de, bir bakıma, benzer bir yazgıyı paylaşmıştır. Devrimler için böyle yazgıydı kaderdi türünden sözler pek uygunsuz kaçar ama, hepimizin parçası olduğumuz emekçi yığınlar açısından küçümsenmeyecek bir birikimleri vardır, sayısız kez yinelenmişlerdir; dolayısıyla hemen yaratabildikleri etkiyi göz ardı etmek, meramının anlaşılmasına önem verenler için düpedüz savurganlık olur. 

Her devrim gibi Ekim Devrimi’ni de yolundan saptırmak üzere birçok dış ve iç etken devreye girer, devreye girmiştir. Her zaman devrededir, demek en doğrusudur. Bunun devrimlerin ilerleyip gelişmesi sürecinin bir yasası olduğu söylenebilir. Devrim, bir toplumdaki siyasal iktidarın bir sınıfın ya da sınıflar ittifakının elinden bir başkasının eline geçmesi ve toplumsal anlamıyla da bunun ardından yeni bir toplumsal-iktisadi yapının ya da düzenin kurulmasıysa eğer, bütün bunlar gerçekleşirken iktidarı kaybeden sınıfların, bir anda yok olmayacaklarına göre, devrimi yolundan saptırmak, engellemek, mümkünse iktidarı yeniden ellerine geçirmek için uğraşmaları doğaldır. Bugüne kadar bütün devrimlerin karşı karşıya kaldıkları bu doğal durum, bundan sonraki devrimler için de geçerli olacaktır elbette.

Ekim Devrimi’nin ve izleyen sosyalist kuruluş sürecinin boğuşmak zorunda kaldığı karşı devrimci güçler ile etkenleri, değil çözümleyip açıklamak, sıralamak için bile böyle bir yazının sınırları yetmez; ayrıca, bu tür girişimlerde bulunanlar, onların çalışmaları sayıca ve nitelikçe yeterli olmasa da hiç yok denemez. Bunların arasında çok doğru açılardan bakarak birçok aydınlatıcı açıklamalara ulaşanlar da vardır. Az çok bilinen ve ortaklaştıkları noktalar kadar ayrıldıkları noktaların da az olmadığı  iki örnekten söz edebilirim: Biri, Yalçın Küçük imzalı Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü, öbürü Kemal Okuyan’ın imzasını taşıyan Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-tezler. Bunlardan ilki, Yalçın Hoca’nın bence haklı sayılabilecek nedenlerle Ekim 1990’da tamamlanarak erken yayımlanmış, dolayısıyla, ikinci baskıdaki çok önemli ama asıl kitabın dışında kalan eklerin de gösterdiği gibi, biraz aceleye gelmiş olmakla birlikte çok öğretici ve daha ileri incelemelerin yolunu açıcı bir çalışmasıdır. Kemal’in kitabı ise yayımlandığı 2005 yılına kadar yazılıp çizilenleri ayrıntıya boğulmadan toparlayıcı ve genellikle yerinde bazı düzeltmelerle uyarıları sergileyici bir nitelik taşır. Son iki değerlendirme cümlesini, “bana sorulacak olursa” kaydıyla yazdığımı ise, gereksiz olduğunu bile bile belirtmiş olayım.

***

Sovyet sosyalizminin yıkılışının en son habercisinin, devrimin yetmişinci yıldönümünde, onun önderi ve sürdürücüsü olan partinin Garbaçov adlı en üst düzey  sorumlusu tarafından yapılan konuşmada gizli olduğu ileri sürülebilir, sanıyorum. Hatta buradaki “gizli” sözcüğü yerine “belli bir açıklıkla dile getirilmiş” sözcüklerini yazabiliriz. Yukarıda halkımızın alışkın olduğunu belirttiğimiz deyişlerden birini daha kullanırsak, “kaderin garip bir cilvesi olarak” dememiz de bağışlanabilir belki. Öyle ya, konuşmanın sahibi, emperyalizmin bir ajanı falan değil, gerçekten şanlı bir partinin yetiştirip başına oturttuğu, Yalçın Hoca’nın yukarıda anılan çalışmasındaki nitelemeyle “iki dinli” komünistlerden biridir.

O konuşmada saldırgan olmayan bir emperyalizmin mümkün, dolayısıyla o yönde zorlanmaya değer olduğundan söz edilmiştir. Söz edilmek bir yana, bu imkân ve yöneliş birçok kez vurgulanmıştır. 

Her zaman dostum ve yoldaşım Candan Baysan ile birlikte bir gece sabaha kadar oturup dilimize çevirdikten sonra Toplumsal Kurtuluş dergisinin yazı işleri müdürlüğünü Orhan Gökdemir’in yaptığı Aralık 1987 tarihli altıncı sayısında yer verdiğimiz, hemen ardından da küçük bir kitap biçiminde yayımladığımız o konuşmadan birkaç alıntıyla, söylediğimizi kanıtsız bırakmamış olalım.

“Yolumuz Ekim’in Yolu, Öncülerin Yoludur” başlığını taşıyan metinde, artık bir sosyalizm haini olduğu tescillenmiş Genel Sekreter, bazı sorularla yolunu açmakta ve derdini anlatmaktaydı. İlk sorusu şuydu:

“(…) dünyanın bugün erişilen gelişme aşamasında, karşılıklı bağımlılık ve bütünleşme düzeyinde, emperyalizmin doğasını etkilemek ve onun en tehlikeli boyutlarını engellemek mümkün müdür?”

Sorular devam ediyordu: “Kapitalizm militarizmden kurtulabilir ve ekonomik ortamda onsuz iş görebilir ve gelişebilir mi?” 

Yarayışlı sorular! Adım adım bir yere doğru gidiyor: “Kapitalist sistem şu anda yaşamını sürdürmesi için gerekli etkenlerden biri olan yeni sömürgecilik olmadan yapabilir mi?”

Nihayet, biraz sonra, yukarıda andığım kitapçığın 53. sayfasında sonuca ulaşılıyor: “(…) tekelci sermayenin efendileri bir seçim yapmak zorunda kalacaklardır. Bizim, bilimin de doğruladığı, inancımız şudur: Teknolojinin ve üretimin örgütlenmesinin bugünkü düzeyinde, ekonominin yeniden dönüştürülmesi ve demilitarizasyonu yapılabilir bir iştir.” 

İşte bu!

Yukarıdaki alıntının son cümlesinde vurgulanmış: Emperyalizmin dönüştürülmesi, o arada ekonominin askerilikten kurtarılması, yapılması gerekli ve mümkün bir iştir. Öteki yaptıklarının yanında bu işe de talip olmuşlar ve sonunda savunmasız bıraktıkları sosyalizmi yıkmışlardır.

***

Sovyet düzeninin “fiilen ve resmen” yıkılışının üzerinden geçen otuz yıllık uzun sürede, başlangıçtaki birkaç yıllık umarsız ve trajik denebilecek karşı çıkışlar bir yana, şimdiki oligarklar düzenini sarsabilecek bir gücün ortaya çıkmadığı görülüyor. Bu durumun, “Sosyalizm dediğiniz bir matah olsaydı, emekçiler onun yıkılması karşısında bu kadar umursamaz davranırlar mıydı?” diyenleri, bunu sosyalizm düşmanı olmadan söyleyenleri ikna etmeyi güçleştirdiği açıktır.

Aynı soruyu yöneltenlerin, “Haydi başlangıçta aymazlıklarına denk geldiği için pek ses çıkaramadılar diyelim, 30 yıl boyunca arsız oligarklar kendilerinin ve kendilerinden önceki kuşakların yarattıkları zenginlikleri tıkınırlar, buna karşılık kendileri de bütün kazanımlarını birer ikişer değil beşer onar yitirirlerken hiç mi karşı çıkacak gücü bulamadılar, buna hiç mi niyetlenmediler?” sorusuyla devam etmeleri de beklenir. Beklenir demek doğru anlatım sayılmaz; çünkü, böyle dediklerini biliyoruz ya da biliyor olmalıyız.

Bunlar ve benzeri sorular ile kuşkular, en azından iki gerçeği akla getiriyor.

Birincisi, karşı devrimin başarısından önceki 70 yıllık süre boyunca emekçi yığınlar ülke yönetimine ilişkin olarak ilgisiz, bilgisiz, katılımcı ve denetleyici araçlar ile işleyen örgütlü mekanizmalardan yoksun kalmışlar. Bu durumdan bazı dönemlerin ve figürlerin hiç sorumlu olmadıkları ya da pek az sorumluluk taşıdıkları, bazılarının ise çok büyük vebal altında oldukları konusunda yeterli sayılabilecek bilgiye sahibiz.

İkincisi, bu yoksunluğun etkisiyle, ülkenin nasıl yönetildiğini pek umursamama ve kendi düzenini sahiplenmeme alışkanlığı bir yandan, karşı devrimin yarattığı düzenin getirdikleri öte yandan, emekçi yığınlar 30 yıldır hiçbir devrimci deneyimin yaşanmadığı herhangi bir kapitalist toplumdakiler kadar, Nâzım’ın söyleyişiyle “koyun gibi”, sessiz kalmışlar.

Yine de yirminci yüzyılın kuruluşu, çözülüşü ve sahneyi bir süreliğine terk edişiyle sosyalizmin yüzyılı olduğunu söylemek doğrudur. Şimdiki yüzyılın ise çok daha ileri ve yıkılmaz bir sosyalizmin kurulup gelişmesine tanıklık edeceğini ileri sürmek de en az o kadar doğrudur. 

Bir doğruyu daha ekleyerek bitirebiliriz: Geçen yüzyıldaki başarılar ile başarısızlıkları, zaferler ile yenilgileri anlayabilmenin temelleri, sosyalizm mücadelesinin teori ve pratiğinde içerilmiş bulunmaktadır. Onlardan hareket ederek yol gösterici çözümlemelere ulaşmak, fildişi kulesinden olup bitenleri değerlendiren üstün nitelikli bilgeleri değil, sosyalizm mücadelesinin içindekilerin gelişmiş düşünsel emeğini gerektiriyor.