Polisin sahibi yokmuş

Küçükken “Hırsız-Polis” oynardık mahallede. İstisnasız her seferinde, oyun başlamadan önce bir tartışma çıkardı aramızda. Öyle bir tartışma ki, bazen küskünlükle sonuçlanır, oyunumuz başlamadan biterdi. Çünkü hiç kimse hırsız olmak istemezdi. Her birimizin gönlünde polis olup, hırsızları, haydutları kovalamak yatardı. Hırsız rolünü, ancak uzun pazarlıklar sonucu birileri üstlenirdi. Bir şartla: Bir dahaki oyunda onların polis olması koşuluyla. Polisler, dünyamızı hırsız ve uğursuzlardan temizleyen, bizleri koruyan kahramanlardı.

Kahraman polisimin süslü resmi ilk kez 1960'da, hırsızları, yankesicileri kovalamayı bırakıp, Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi önünde ögrencileri coplarken çerçevesinden düşüp yırtıldı. O daha bir sey değilmiş. Ardından Toplum Polisleri çıktı ortaya. Fruko şişeleri gibi, sağlı sollu sıra sıra bindirildikleri özel kamyonlardan miğferleriyle ve kalkanlarıyla atlayıp, öğrencilerin, işçilerin üstüne saldıran polisler. Ve sivil polisler... Birinci Şube, siyasi polis... Polisin başka türleri doluştu dünyama. Hırsızları değil, ülkemin bağımsızlıgını savunan, emeğin sömürüsüne karşı direnen yiğit evlatlarını, komünistlerini, sosyalistlerini, alnının teri, elinin emeğiyle geçinen namuslu işçilerini, emekçilerini, aydınlarını ve öğrencilerini kovalayan türleri. Bu arada tarih kitaplarından gelenler de oldu. Sansaryan Hanı sakinleri, tabutlukların üniformalı ve sivil memurları falan. Bütün bunlar da bir şey degilmiş. Daha beterleri de varmış. Türkiye onları da 12 Eylül'deki faşist darbeden sonra tanıdı. İşkence uzmanı polisleri, tutsaklarını beşinci katın penceresinden aşağıya düşüren polisleri ve... Daha ne sayıp duruyorum? Bunları herkes biliyor.

27 Mayıs'lar, 12 Mart'lar, 12 Eylül'ler geldi, geçti. Ülkede cok şey değişti. Karakolda tutuklulara dayak atan, işkence eden polis değişmedi. Ve bir zamanlar oyunda hep polis olmak isteyen ben, trafikte duranları da içinde olmak üzere, polisleri asla sevmez oldum.

Geçenlerde, gazetelerdeki bir fotoğrafla Türkiye sarsıldı. Üniformalı polisler, ellerine birer numara almış, apoletlerini sökmüş, mesleğinin, konumunun ne olduğu, bu dünyada ne işe yaradığı fotoğrafta belli olmayan birinin karşısına dikilmişler, boş boş bakıyorlar. MHP'den AKP'ye dönme bir saylavın oğluymuş meğerse, üniformalıları karşısında hazırolda durduran. Genç efendi tesbitini yapmış... Tutanaklar tutulmuş... Savcı Bey soruşturmayı baslatmış... Genç efendinin tartışmalı olduğu komiser muavini hemen oradan sürül... Daha ne anlatıp duruyorum? Bunları da herkes biliyor.

Sürülen polisin meslekdaşları cok alınmışlar. Karakolun telefonları kitlenmiş. Kapısının önüne karanfiller döşenmiş. Gazetelere manşet oldu. Kimileri ayaga kalktı. Bazı köşe yazarları feryat etti: “Polisin sahibi yok!”. Şimdi biraz anlatmak zorundayım. Çünkü çokları hala bilmiyor, bazıları da anlamazlıktan geliyor!

Polisin sahibi yok değil, var!

Polisin her zaman sahibi oldu. 27 Mayıs öncesinde elinde copla dolaşan polisin de sahibi vardı 12 Mart öncesinde de, 12 Eylül sonrasında da polisin hep sahibi, sahipleri oldu. Polis, tabii devletin polisiydi ama... Asıl devletin de bir sahibi, sahipleri vardı. Dolayısıyla bu sahipler polisin de sahibiydi. Öyle olmasaydı, sıradan bir trafik denetlemesinde, her kim olursa olsun, kör kütük sarhoş, ahlakı bozuk biri önünde duran polis memuruna “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye efelenmek cesaretini bulabilir miydi? Polisin sahibi olmasaydı, o sarhoş kendini bilmezin karşısındaki memur çekinerek sus pus olur muydu?

Polisin sahibi olmasa, kimi olayların dosyaları kaybolabilir miydi? Deliller kararır mıydı? Katillerle karakollarda Türk bayrağı önünde sırıtarak hatıra fotoğrafları çektirilir miydi? Sahipsiz olsa polis, karakoldaki tutanaklar savcının eline geçmeden başka yerlere servis edilir miydi? Kırmızı bültenle arananlar yıllarca bir karakolun hemen komşusu olarak yaşayabilir miydi? Karanlık kişiler ve katiller ceplerinde rengarenk pasaportlarla, silah tasıma rushatlarıyla dolaşabilir miydi? Polisin sahibi olmasa o sahipsiz polisler göstericilerin üstüne pervasızca tonlarca göz yaşartıcı bomba atabilir miydi? İnsanların yüzüne gaz, kafasına tazyikli su sıkabilir miydi? Sahibi olmasaydı polisin, halkın oylarıyla seçilmişleri plastik kelepçelerle kuyruğa dizip, itip kakabilir miydi?

Polisin sahibi olmasaydı, her tarafta Gülen cemaati'nin polis teşkilatına hakim olduğu dedikoduları dolaşırken, bütün polis teşkilatı ayağa kalkmaz mıydı? Onuruna leke düşürmemek icin başı dik bu dedikodulara yanıt vermez miydi? Daha sayılacak o kadar çok şey var ki sahibi olmasaydı... Daha ne anlatıp duruyorum? Bunları da herkes biliyor.

Biliyor da yine de anlamazlıktan gelip, gazetelerdeki köşelerini dolduruyorlar. Onun için tekrar edeyim: Polisin her zaman sahibi oldu. Şimdi de var!

Asıl sorun, polisin sahipsiz olmasında değil! Garibin, işçinin, sıradan vatandaşın itilip kakılarak girdiği, dayak yemeden çıkarsa tanrısına şükrettigi karakolda, amirlerinin emriyle apoletlerini söküp, neci olduğu belirsiz birinin karşısına dizilmesinde de degil. Asla bunda değil sorun. Sorun, sahibinin bunu uluorta açık etmiş olmasında. Bu fotograf ve videonun kamuya sızdırılarak polisin bir sahibinin olduğunun ifşa edilmiş olduğundadır. Nitekim, Vali Beyefendi inceletiyormuş, bu bilgi nasıl oldu da medyaya sızdırıldı diye. Basbakan da babasıyla oğlunu sorguya çekmiş(miş). AKP babaya disiplin cezası verecekmiş(miş). Tekrar üstüne basıyorum: Sorun, işin bu şekliyle kamuya yansımasından ibaret. Sahipler bu gerçeğin böyle açık edilmesini istemiyorlar.

Hem de tam şimdi... Görev başındaki birileri ülkenin tüm değerlerini haraç mezat özel mülkiyetin sahipliğine devretme heyecanı ve telaşı içindeyken... Bu işi de hiçbir sınır tanımaksızın başarabilmek için, zaten burjuvaziye ait olan devletin yanısıra toplumsal yaşamın tüm alanlarını, her türden göz boyamaca ve demagojiyle kendi ablukaları altına almaya soyunurken...

Dönelim onuru kırılan polislere:

“Sen bana yaka numaranı versene bakayım!”
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
“Bana baksana sen! Ben var ya...”

Şimdi, gerçekten sahip tanımayan, dürüst polisler varsa, çıkıp söylesinler:

Kaç kez duydunuz yukarıdaki lafları?

Devletin sahibi olduğu bilinciyle, devletin polisine de böyle muamele etme cesareti gösterenlerle kaç kez karşılaştınız meslek yaşamınızda? Böylesi durumlarda ne yaptınız, yapabildiniz?

Ve hayatınız boyunca bir tek kere bile olsa, bir işçiden, dar gelirli bir emekçiden, sıradan bir memurdan duydunuz mu?