Damat bakan, pazar akşamı “zamanın ruhuna” ve rejimin karakterine uygun bir şekilde “istifa” etti, sonrasında yaşananlar da bu ruha ve karaktere son derece uygundu. 

İstifa değil, görevden affın kabulü!

Yeni Türkiye’de artık istifa müessesi yoktur; bakanlar, bürokratlar, kamu görevlileri hem istifa etmezler hem de edemezler.

Etmezler, çünkü kamuculuk, halka karşı sorumluluk, hesap verme gibi değerler çoktan berhava edilmiştir. Pamukova’dan Çorlu’ya tren kazalarında da, Ermenek’ten Soma’ya iş cinayetlerinde de, kamusal görevi olan hiç kimse sorumluluk üstlenip istifa etmemiştir; çünkü bu rejimin doğasına aykırıdır, sözünü ettiğim değerler bu rejimin fıtratında yoktur! 

Sadece “etmezler” değil, “edemezler” de dedik. Edemezler, çünkü istifa kişisel bir irade beyanı anlamına gelir; yeni Türkiye’de ise bu “hikmetinden sual olunmaz” iradeye karşı çıkmak, ondan izinsiz iş yapmak, ona rağmen bir karar almak olarak görülür ve fiilen yasaktır.

Dolayısıyla yeni Türkiye’de istifa müessesi ortadan kalkmıştır;  ya “Başyüce” tarafından doğrudan bir gece yarısı kararnamesiyle görevden alınırsınız, ya da “Başyüce”den affınızı istersiniz, o da bir durum değerlendirmesi yaptıktan, meseleyi kendisiyle istişare ettikten sonra sizi affeder veya görevinizin başında kalma talimatı verir, bu kadar basittir. 

Geçilen aşamalar 

Durum bu kadar açıkken ve cuma günü Merkez Bankası başkanı yine bir gece yarısı kararnamesiyle ve elbette ki herhangi bir açıklama yapılmadan görevden alınmışken, günün sabahında sosyal medyadaki bir kısım kanaat önderi, bir kısım “muhalif” kalem erbabı, işi gücü bırakmış yeni atanan başkanın neler yapması gerektiğini yazmaya başlamışlardı.

“Faizleri şu kadar puan artırması gerekir”den tutun “şu isimlerle çalışması gerekir”e uzanan genişlikteki tavsiyelerin arasında unutulan veya görmezden gelinen şey ise tam da yapılan atamanın doğası gereği, atanan kişinin bunları yapmayacağı, yapamayacağıydı. 

O da bir önceki isim gibi “hikmetinden sual olunmaz” iradenin kararıyla oraya getirilmişti ve kendisine ait bir iradesi yoktu; onu oraya getiren irade neyin doğru olduğunu, neyin kendi bekasını gerektirdiğini düşünüyorsa, o da buna uygun bir şekilde hareket edecek, kendisine verilen talimatları sorgusuz bir şekilde yerine getirecekti.

Ve elbette ki unutulan bir şey daha vardı: Türkiye, hangi kurumun başına kimin atanacağının, hangi ismin hangi kurumu yöneteceğinin tartışılacağı aşamayı çoktan geçmiş durumdaydı. Tek adamın iki dudağının arasından çıkan sözün hukuk sayıldığı, bütün kararların tek bir merkezden alındığı, kurumsallaşmış bir bürokratik yapının ve hukukun silinmeye yüz tuttuğu, gözetilenin liyakat değil rejimin ve tepesindeki kişinin bekası olduğu bir aşamada, isimler üzerinden bir tartışma yapmak da, onlara bir yol haritası çizebileceğine inanmak da, hem kendini hem toplumu kandırmaktan ötede bir anlam taşımıyordu. 

Yükseliş ve düşüş 

Damat bakan, pazar akşamı “zamanın ruhuna” ve rejimin karakterine uygun bir şekilde “istifa” etti, sonrasında yaşananlar da bu ruha ve karaktere son derece uygundu. 

Bakan, devlet teamüllerinin ve resmi prosedürün dışında, istifasını sosyal medyadan verdi. “İstifa”dan değil, “devam etmeme kararı”ndan söz etti. Gerekçe olarak sağlık sorunlarını gösterdi, başarısız olduğuna ya da sorumluluklarını yerine getiremediğine dair herhangi bir ibare ise elbette ki kullanmadı. Hamasetle bezeli mektubunu da “Allah sonumuzu hayreylesin” diye bitirdi.  

Kendisi “istifa” demediği gibi karşı taraf da “istifa” demedi; görevden affını istediği, “hikmetinden sual olunmaz” iradenin de bunu kabul ettiği yönündeki açıklama İletişim Başkanlığı adlı kurum tarafından yapıldı. 

Havuzla ana akımın birleşmesinden ortaya çıkan “ana havuz” medyası, muazzam bir oto-sansür mekanizmasıyla istifayı 24 saatten uzun bir süre göremedi, çünkü “görün” talimatı gelmemişti. Televizyonlar, gazeteler, radyolar, internet siteleri, saatlerce üç maymunu oynadı, milyonlarca kişi olan biteni ancak saatler sonra öğrenebildi.

Bakanın istifa biçimi –bakın burası çok önemli- rejimin karakteristiğine uygundu, çünkü bizatihi varlığı rejimin karakteristiğine uygundu. En tepesinde bir “baba” figürünün bulunduğu, bir “politik aile şirketi”ne dönüşmüş olan rejim ve bir “aile-devleti”ne dönüşmüş olan devlette, hazinenin anahtarının damatlardan birine verilmiş olması şaşırtıcı değildi.

Kamu ihaleleriyle semirtilen yeni bir sermaye grubu, o ihalelerin karşılığında başta medya sahipliği olmak üzere aile-devletinin finanse edilmesi, politik aile şirketinin “Varlık Fonu” adı altında resmi olarak devasa bir holdinge dönüşmesi, rant dağıtımının tek merkezden yönetilir hale gelmesi… Bunların hepsi damadın rol ve işlevinin ne olduğunu çok açık bir şekilde gösteriyordu.

Ancak, özellikle son birkaç yıldır ekonominin yeni bir kriz evresine girmesiyle birlikte, rejimin zayıf karnı da tam olarak ekonomi yönetimi ve onu şahsında cisimleştiren damat olmuştu. 

Büyük bir ekonomik kriz sonrası ve o krize verilen toplumsal tepki sayesinde iktidara gelen AKP, dünyadaki bol sıcak paranın bir kısmının Türkiye’ye gelişiyle birlikte, tüketim olanaklarına erişmede ve refah düzeyini artırmada kendi durduğu yerden belli bir başarı sağlamış olsa da, sıcak paranın kesilmesiyle birlikte Türkiye yeniden bir kriz konjonktürüne girmiş, iktidar partisini kitleler nezdinde muteber kılan şeyin de altı oyulmaya başlamıştı. Ekonomideki gidişatın iktidarın bekası üzerindeki etkisi açıktı; yoksulluk, enflasyon, işsizlik arttıkça hegemonya zayıflıyor, oylar düşüyordu. 

Bu süreçte hedef tahtasına oturtulan kişinin damat olması şaşırtıcı olmazdı ki, zaten öyle oldu. Muhalefet taktik gereği doğrudan damatlık vasfı üzerinden bakanın liyakatsizliğine ve yetersizliğine yüklenirken, ekonominin faturasını gerçek sorumlu olan “Başyüce”ye kesme idrakine ya da cesaretine sahip olmayan yandaşlarda da bir homurdanma gözlemlenebiliyordu. 

Ekonomi yönetimi üzerinden hedef haline gelmesinin yanı sıra, kendine bağlı bir siyasi klikle ve medyayla birlikte, parti ve devlet aygıtı içerisinde kendine özerk bir güç alanı inşa etmeye ve “veliahtlığa” oynamak da damada hem parti hem de devlet içinde yeni düşmanlar kazandırmıştı. Taraflar arasında, saray siyasetinin doğasına uygun bir şekilde ayak kaydırmaya ve entrikaya dayalı taht oyunları oynanıyor, bunlar da ister istemez rejimi ve tepesindeki ismi yıpratıyordu. 

Tüm bunlar üst üste eklendiğinde “kaçınılmaz son” da gelmiş oldu; “görevden affı” kabul edilen damat “şimdilik” kaydıyla ve muhtemelen bir gün geri dönmesine dair planlarla birlikte feda edildi ve oyun tahtasının dışına itildi. 

Şimdi muhtemeldir ki,  “hikmetinden sual olunmaz” irade, aslında eski ama güya yeni bir kadroyla, ekonomide toparlayıcı birtakım işlere girişecek, hiç olmazsa döviz fiyatlarını birazcık aşağıya çekmeye, bu esnada da dünya ekonomisindeki toparlanma eğiliminden faydalanarak Türkiye’ye sıcak para gelmesini sağlamaya, ucuz emek üzerinden “küçük Çin” olma yönünde adımlar atarak istihdamı artırmaya çalışacak. Ekonomide işine yarayacak ölçüde bir toparlanma eğilimi gördüğü zaman da, seçime giderek bir beş yıl daha kazanmayı önüne koyacak. 

Kucaklaşma mümkün mü? 

Yeni gelen Merkez Bankası başkanına olduğu gibi yeni gelen bakana da “şöyle yap, böyle yap, şunu yaparsan daha iyi olur” diyenler olacaktır, hatta attığı birkaç adıma bakıp övenler ve kahramanlaştıranlar da… 

Nasıl olsa ülkede “kucaklaşma” ve “barış”ın ne demek olduğu üzerine kafa yormadan kucaklaşmaya ve barışmaya hazır, “birlik beraberlik” derken ne kastedildiğine bakmadan birlik beraberlik edebiyatına teşne ciddi bir toplam var. 

Ve nasıl olsa ülkede iktidarla varoluşsal bir derdi bulunmayan, “2002-2008 günlerine dönseler keşke” diye hayıflanan, iktidarın tek bir işaretiyle yine koşup gitmeye hazır, muhalifliği kendinden menkul, soyut, şekilsiz bir toplam var. 

On sekiz yılın sonunda hala daha “iktidar bir el uzatsa da uzlaşsak” diye bekleyen, milli eğitimden sağlığa bakanlardan kahramanlar çıkarma maharetine sahip, dış politikadaki herhangi bir meselede “içerisi ayrı dışarısı ayrı” deyip hizaya geçmeye hazır, sermayenin Cumhuriyet’in yıkılışındaki rolünden bihaber bir şekilde ulusal gün ve bayramlarda holding ve banka reklamlarına ağlamaya devam eden, ancak “sahteliğiyle” var olabilen bir toplam bu.

Defalarca söyledik ama söylemeye devam etmemiz gerekiyor. Bozuk düzende sağlam çark olmaz, meselemiz tek tek kişi ve kurumların ötesindedir, bu rejimden “iyi insanlar”, “kahramanlar” çıkmaz,  bu rejim siz isteseniz de sizle uzlaşmaz, siz “kucaklaşma” dedikçe o sizi tokatlamaya, dövmeye devam eder,  çünkü doğası gereği ancak kendisine yeni düşmanlar bularak, ancak toplumun bir kesimini düşmanlaştırarak ayakta kalabilir. 

Tam da bu nedenle, topyekûn bir karakter taşıyan bu rejime karşı topyekûn bir mücadele vermeyen, onunla topyekûn bir şekilde cepheleşmeyi göze alamayan, onu reforma, tadilata tabi tutabileceğini ve onunla uzlaşabileceğini zanneden bir muhalefet tarzının geçmişte olmadığı gibi gelecekte de herhangi bir şansı olmayacaktır.