''... 31 Mart seçimlerinin Erdoğan’ın 'son seçimi' olmaması için elden gelen yapılacak, topluma bir kez daha 'bir başkanlık uğruna ya rab' dedirtilecektir.''

Son seçim mi ölene kadar başkanlık mı? 

Ortalama her yıla neredeyse bir seçim düşmesiyle seçim manyağı haline getirilen Türkiye toplumuna her seçimde farklı bahaneler bulunup “bu son seçim” denilirken ve toplumun bir kez daha tıpış tıpış sandığa gitmesi sağlanırken, Erdoğan çıktı ve “bu son seçimim” dedi. 

Elbette ki blöftür, zemin yoklamadır, yalandır; Erdoğan ölene kadar koltuktan kalkmamanın hesabı içindedir ve bunun için de ne gerekiyorsa onu yapacaktır. Bunun için ise önünde şu an hiçbir engel yoktur, oyunu zekice kurması halinde istediği şey olan ölene kadar başkanlığı alacaktır. Çünkü düzen siyasetinin bütün bileşenleri bırakın Erdoğan’ı indirmeyi, bütün planlarını Erdoğan’la devam edilmesi üzerine kurmakta ve onunla belli bir pazarlık düzeyinde buluşmanın hesabını yapmaktadır.

İronik bir örnek verelim: Bahçeli’nin MHP kurultayında Erdoğan’a seslenerek “ayrılamazsın” dediği günlerde, tam karşı taraftan, Kürt hareketinden de “çözümün bir numaralı muhatabı Erdoğan’dır” denilmesi ve Erdoğan’a yeni bir masa çağrısı yapılması tesadüf değildir; çünkü düzen siyasetinde kimsenin Erdoğan’sız bir Türkiye tahayyülü bulunmamaktadır.  

MHP’nin ve Bahçeli’nin Erdoğan’ı neden pamuklara sarıp sarmaladığı bellidir; başından itibaren bir “devlet partisi” olan MHP, resmi hükümet ortağı olmamasına rağmen bugün devlet içerisinde Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde dahi olmadığı kadar bir güce kavuşmuş durumdadır. MHP başta emniyet ve yargı olmak üzere bürokraside uzun vadeli bir kadrolaşma stratejisini adım adım hayata geçirmektedir. 

Kürt hareketinin –en azından bir kanadının- son dönemlerde yükselen Erdoğancılığı ise çok daha az anlaşılırdır. Sanki Erdoğan’dan ayrı bir derin devlet varmışçasına Erdoğan’ın o derin devleti çözüme ikna edebileceğini söylemek ve onu Öcalan’la birlikte çözümün adresi olarak göstermek, 28 Şubat protokolüne geri dönüş çağrıları yapmak, yeni bir çözüm süreci talep etmek –eğer bizim bilmediğimiz bir şey yoksa- bugün hiçbir şekilde karşılığı olmayan şeylerdir.

Hayır, MHP’yle ortaklık değildir tek neden; bizzat Erdoğan’ın kendisi öngörülebilir bir vadede Kürt siyasetiyle herhangi bir diyaloga girmeyi istememektedir. Çünkü birincisi, Erdoğan açıkça bir “güvenlik devleti” inşa etmektedir ve devlet içerisinde diğer aktörleri bu güvenlikçi paradigma üzerinden bir arada tutmakta, kendi liderliğini de onlara bu paradigma üzerinden kabul ettirmektedir. Fidan-Kalın ikilisinin devlet yönetiminde giderek öne çıkmasının nedeni de bu güvenlikçi mimari sürecidir. 

Ve ikincisi bu güvenlikçi paradigmanın toplumda da bir karşılığı vardır; Erdoğan, kitleleri güvenlikçi paradigma ve onun üzerinde yükseldiği milliyetçilik aracılığıyla gütmenin tadını almış durumdadır ve bundan vazgeçmesi için hiçbir neden yoktur. Bilakis, savaş sanayiindeki yatırımlar, bunlar üzerinden yapılan propaganda, beka söylemi ve terörle mücadele, ekmeğin giderek küçüldüğü, geçinmenin giderek zorlaştığı bir Türkiye’de Erdoğan’ın elindeki en büyük koza dönüşmüş durumdadır.

Bu güvenlik devletinin seçim sonrası Kuzey Irak’ta –ve belki Suriye’de- çok büyük bir operasyon düzenleme ihtimali ise giderek artmaktadır. Fidan-Kalın ikilisinin ABD ziyaretleri, Irak’la yapılan güvenlik toplantısı ve yapılan anlaşma, Barzani’yle, Irak Türkmen Cephesi’yle ve Haşdi Şabi’yle yapılan görüşmeler, Erdoğan’ın açıklamaları… Hepsi yaklaşmakta olanın birer işaretidir. 

Böylesi bir operasyon kapıdayken ve bu bizzat bir Erdoğan projesiyken Erdoğan’a yapılan barış çağrılarının karşılık bulması imkansızdır dolayısıyla; AKP’nin elinde araç olarak daha çok güvenlik, daha çok militarizm, daha çok milliyetçilik kalmıştır ve yeni hikayeler ancak bunlar üzerine kurulabilir. 

AKP’nin anlatacak bir hikayesinin kalmadığını en iyi seçim sürecine bakarak anlayabiliriz. İçi boş bir “Türkiye Yüzyılı” edebiyatının dışında insanlara sunulabilen hiçbir şey yoktur, örneğini enflasyonun her şey yolunda gitse bile –ki gitmeyeceğine emin olabiliriz- ancak 2026’da tek haneye ulaşabileceği herkesin malumudur. 

Fakat hal böyleyken, iktidarın karşısında kendi hikâyesini topluma anlatabilecek ve sahici bir seçenek haline gelebilecek bir muhalefet bulunmamaktadır, AKP’nin oyları düşse bile -ki az da olsa düşecektir- ve muhalefet büyükşehirleri elinde tutmayı başarsa da oylarını kayda değer bir şekilde artırma ihtimali zayıftır; çünkü halk burada sahici bir umut görememektedir. 

Bu da 31 Mart seçimlerin “tuhaf” bir seçim yapmaktadır; her iki taraf da 1 Nisan sonrasına dair topluma bir umut ve heyecan vaat edememektedir, tam tersine iki taraf da seçim sonrası gidişin daha kötü olacağını görmektedirler ve muhalefet buradan kötü gidişata dur diyecek bir enerji çıkaramamakta, iktidar ise artık bunu toplumdan saklayamamaktadır.

Dolayısıyla 1 Nisan günü iktidarın zayıfladığı ama muhalefetin de güçlenmediği bir pat durumu ortaya çıkacak, buna ise giderek derinleşen çoklu bir kriz konjonktürü eşlik edecektir. Bunun ilk işaretleri şimdiden gelmeye başlamıştır; enflasyonla mücadele adı altında kemer sıkma programı boğaz sıkma programına dönüşecek, zamlar ve vergiler halkın tepesine yağacaktır. 

Bu süreçte iktidarın tüm bu gidişatı yönetebilmek adına çok geniş kapsamlı bir askeri operasyonu hayata geçirme ihtimali hayli yüksektir. Böylece hem milliyetçilik bayrağı altında toplanılacak hem de muhalefet ve çatlak sesler kolayca susturulacaktır. 

Yeni anayasa girişimleri bu süreçte ya da sürecin sonunda başlar mı, güvenlikçi paradigma üzerine kurulacak olan bir politik iklim ve bunun üzerinden yaratılacak bir kutuplaşma Erdoğan’a yeni anayasayı referanduma götürecek sayıyı Meclis’te bulma şansı verir mi, bunları bilemiyoruz ama 31 Mart seçimlerinin Erdoğan’ın “son seçimi” olmaması için elden gelen yapılacak, topluma bir kez daha “bir başkanlık uğruna ya rab” dedirtilecektir. 

Buradaki esas mesele, 1 Nisan’dan itibaren omzundaki yük daha da artacak, ekmeği daha da küçülecek, ay sonunu hiçbir şekilde getiremeyecek insanımızın tüm bu gidişat karşısında ne yapacağıdır.

Toplumlar, kitleler öyle kolay kolay kendiliğinden harekete geçmezler, bunun için belli bir öncü, belli bir örgütlenme, belli bir strateji gerekir. Fakat bazen de tıpkı Gezi’de olduğu gibi hiç beklenmedik bir anda harekete geçebilirler. Kuşkusuz Gezi geniş zamana yayılmış toplumsal hareketlilik zincirinin zirve noktasıydı; bugün ise böyle bir hareketlilik yoktur ama topluma alttan alta biriken bir öfke, bir tepki vardır ve bu öfke, bu tepki, en yaşamsal şeye, yani geçinmeye dairdir.

Bugün on milyonlarca kişi açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaktadır ve bunun siyasal, toplumsal, kamusal alanda kaçınılmaz olarak yansımaları olacaktır. Kendiliğinden öfke patlamaları ve bunların giderek politize olma ihtimalleri asla küçümsenmemeli, mevcut öfkenin nasıl ortaya çıkartılacağı ve kendini neler üzerinden, nasıl ifade edeceği üzerine ciddi bir şekilde kafa yorulmalıdır.

1 Nisan itibariyle Türkiye “ekmek kavgası”nın büyüyeceği bir Türkiye olacaktır, ekmeği üretenlerin ürettikleri ekmeğe sahip çıkması, bunun siyasetin asli meselesi haline gelmesi ve ekmeği elinden alınanların kendilerinden çalınanları geri almak için mücadeleye girişmesi ülkenin burnunun bataklıktan çıkma ihtimalinin artması demektir, aksi durumda bataklık daha da derinleşecektir.