İliç’teki milyonlarca metreküp toprak sadece o 9 işçinin üzerine yığılmadı, koca bir ülke tıpkı Soma’da olduğu gibi, tıpkı depremde olduğu gibi yine enkazın altında kaldı.

Siyanürlü topraklar altında

Yıl 2010… Kumpas operasyonlar ve davalar süreci devam ederken Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner makam odasına yapılan baskında tutuklandı. Kendisine isnat edilen suçlardan biri “Ergenekoncu” olmaktı. Dönem “vesayetle mücadele” dönemiydi ve gayri resmi koalisyon ortağı Fethullahçı çetenin emniyet ve yargıdaki gücüyle yaptığı operasyonlar dalga dalga büyüyordu. 

Bu operasyonların altyapısı hep “gizli tanık”lar üzerine kuruluyordu; çete bir “gizli tanık” buluyor, ona sahte ifadeler verdiriyor ve sonra da operasyonlara girişiyordu. İşte Cihaner’e yönelik operasyonda da bir gizli tanık kullanılmıştı ve onun kod adı da “Efe”ydi. 

Peki Efe kimdi? Bu sorunun yanıtı için biraz daha geriye gidelim, 2007 yılına. Cihaner Erzincan’da görevlendirildikten sonra Erzincan’da yürütülen madencilik faaliyetleriyle ilgili ihbarları değerlendirmiş ve bir savcıyı da soruşturmayla görevlendirmişti. Görevlendirdiği savcı ise madeni işleten şirketten rüşvet alıp soruşturmayı kapatacak, Cihaner ise daha sonra Fethullahçı çete tarafından tutuklanacaktı. 

İşte o rüşveti alan savcı Bayram Bozkurt çete mensuplarından biriydi ve gizli tanık Efe’nin de bizzat kendisiydi, yani Cihaner Fethullahçı savcı Bozkurt’un gizli tanıklığıyla tutuklanmıştı. Rüşvet aldığı maden işletmesi mi? İşte o da geçen hafta 9 işçiye mezar olan İliç’teki madeni işleten uluslararası maden tekeli Anagold’dan başkası değildi. 
İliç’teki maden faciasını tıpkı Soma gibi, tıpkı 6 Şubat depremi gibi “yeni Türkiye” adlı ucubeyi anlatan bir tablo olarak görmek gerekiyor; İliç’te bugünü anlamak için her şey bulunuyor. 

İlk olarak İliç, Türkiye’nin emperyalist bağımlılık ilişkilerindeki yerine ışık tutan bir ayna. Sömürge madenciliği denilen madencilik biçimiyle, memleketin yeraltı zenginlikleri memlekete doğru dürüst bir katkı yapmayacak şekilde uluslararası tekellere peşkeş çekilmiş durumda. Altın Türkiye’de çıkartılıyor ve işlenmek üzere yurtdışına götürülüyor, burada işlenmeyen altın ise ekonomiye ciddi anlamda herhangi bir katma değer sunmuyor. 

İkincisi, bu tekeller kendi ülkelerinde asla yapamayacakları bir şekilde Türkiye gibi yarı-sömürge olarak gördükleri ülkelerde bir doğa ve işçi kırımına kolaylıkla girişebiliyorlar. Siyanürle maden arama ancak bizimki gibi ülkelerde mümkün, keza güvenliksiz çalışma biçimleri ve ağır sömürü koşulları da. O gün İliç’te doğal bir heyelan, doğal bir toprak kayması olmadı. Kazı çalışmalarıyla biriken ve siyanürle işlenmiş milyonlarca metreküp toprak, doğayı ve insan hayatını önemsemeyen kâr hırsı nedeniyle 9 işçinin üzerine yığıldı.  

Üçüncüsü, Çalık üzerinden kurulan bir bağlantı var ki buradaki esas mesele politik ilişkiler. Madenin yüzde yirmisinde ortaklığı bulunan Çalık, düne kadar ATV- Sabah grubunun sahibi olan, o sahipliği kamu bankalarından verilen ucuz kredi ile elde etmiş, Erdoğan’ın damadı ve eski enerji bakanı Albayrak’ın bir dönem CEO’luğunu üstlendiği en büyük yandaş sermaye gruplarından biri. İşlevi ise ekonomik olmaktan çok Ankara’daki bürokratik engellerin kolayca aşılması olsa gerek. Ülkenin her yerinde verilen ruhsatların da sırrı burada saklı; ekonomiye katkısı asgari olan bu madenler için verilen ruhsatlar, siyasilerin ve bürokrasinin bir bölümü için geçim kapısına dönüşmüş gibi gözüküyor. 

Dördüncüsü, şirketin 7 milyon dolar civarındaki vergi borcunun silindiği daha ilk gün ortaya çıkmıştı. Ancak bununla da yetinilmemiş, şirket büyük miktarda teşvik de almıştı. Yani tıpkı diğer sermaye grupları gibi burada da vergi yükü patronlardan alınmış ve emekçi halkın sırtına yıkılmıştı. Doğrudan vergilerin oranı düştükçe dolaylı vergilerin oranı artıyor, yani vergi, son derece sınıfsal bir tercihle sermaye kesiminden değil emek kesiminden alınıyordu. Sermayeye ise kârla, rantla, faizle sınırsız bir servet transferi yapılıyordu. 

Şimdi, bu tabloya yerleştirilmesi gereken başka bir mesele var, aydın meselesi. Türkiye 90’lı yıllar boyunca Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya uzanan bir aydın kırımı yaşadı. Bunun sonucu ise kendisine Atatürkçü diyen kitlelerin aklının iğdiş edilmesi, ahmaklaştırılması oldu. Çünkü meydan Celal Şengör’lere, Yılmaz Özdil’lere, İlber Ortaylı’lara, Uğur Dündar’lara, bir aptallaştırma makinesi olarak Sözcü gazetesine kaldı. 

İşte meydan kendisine kalanlardan biri olan ve kendi alanı dışındaki her şeyin cahili diyebileceğimiz Şengör, kendisine Türkiye’deki madencilik faaliyetleriyle ilgili olarak sorulan bir soruya şöyle yanıt vermişti: 

‘Madencilik doğayı tahrip eder’ diyen adamı kovacaksın. Bakın önde gazeteciler oturuyor, ben bunlara diyorum ki; bu çevreciler zır cahil grubu, kovun bunları diyorum. Biz bunu yapamayız biz gazeteciyiz diyorlar. İlber Ortaylı bir laf söylemişti hatırlıyor musunuz? Cahille sohbeti kestim diye. Yerden göğe kadar haklı adam.

Buram buram cahil cüreti kokan bu sözlerin sahibi Şengör’ün “kankası” İlber Ortaylı’ya geçelim bu noktada. 
Birkaç gün önce damadın sünnet çocuğu gibi giyindiği ve konukların da kötü bir müsamerenin rezil oyuncuları gibi hareket ettikleri bir düğün haberi düştü önümüze. Gelin Osmanlı hanedanının bilmem kaçıncı kuşağındandı, kendini şehzade zanneden babası ise tanıdıktı aslında: Zamanında salça ticareti yaptığı haberlere konu olmuş, bir de “doları olan satsın, 1.5 TL’ye düşme ihtimali var” şeklindeki dahiyane açıklaması akıllarda kalmıştı.

İşte bu mehterli, fesli saltanat müsameresinin konukları arasında nevzuhur meczuplardan Halil Konakçı ile 90’lı yıllardan hatırladığımız Şevki Yılmaz’la birlikte “onur konuğu” statüsünde başka bir isim vardı ki o da Şengör’ün kankası İlber Ortaylı’ydı. Şevki Yılmaz nikah merasiminde yaptığı konuşmada Mustafa Kemal ve arkadaşları için “Osmanlı’yı süren soysuzlar” ifadesini kullanmış, “İlber hoca” ise cahille sohbeti kesememişti; gelen tepkiler üzerine önce Şevki Yılmaz’ı tanımadığını söyleyecek, daha sonra ise “sıra bana geldiğinde tepkimi verdim” diyecekti ama herkes bunların zevahiri kurtarmak için yapılan açıklamalar olduğunu biliyordu. 

Aslında bu durum şaşırtıcı değildi; çevrecilere saldıran Şengör bir patron çocuğu olarak bir konuşmasında kapitalizmin kimseyi sömürmediğini iddia edebiliyordu, bilim felsefesine dair bildikleri Popper’in on yıllar önce söylediklerinden öteye gitmezdi, doktora tezini “Osmanlı hanedan ailesi”ne ithaf etmişti, Kenan Evren’e tapıyordu ve işkencede insanlara bok yedirilmesini savunacak bir tıynetteydi. 

Ortaylı ise Cumhuriyetçi pozları kesse de ne gericilikle ne iktidarla bir dert sahibiydi. Tam tersine bütün iktidarlarla olduğu gibi AKP’yle de iyi geçinen Ortaylı, zamanında Fethullah Gülen’le görüşmeyi ve Fethullahçı çetenin yurtdışındaki okullarını ziyaret edip onları övmeyi de ihmal etmemişti. Bu okulları öven kitaplarda imzası bulunan Ortaylı’nın cemaatin yayınevinden çıkan kitapları da mevcuttu. 

Ve işte memleketin trajedisi de burada başlıyordu. Bir yanda bilinçli bir şekilde yoksullaştırılan ve cahil bırakılan bir halk, yeraltı ve yerüstü kaynakları yerli ve uluslararası sermayeye peşkeş çekilen bir ülke, tüm bunların üzerine örtülen din ve milliyetçilik örtüsü varken diğer yanda kendisine “aydın” denilenlerin sefaleti, halkı da ülkeyi de bu kopkoyu karanlığa karşı savunmak yerine o karanlıktan nemalanmayı tercih etmeleri vardı.

Bugün geldiğimiz noktada şu çok daha iyi anlaşılıyor ki İliç’teki milyonlarca metreküp toprak sadece o 9 işçinin üzerine yığılmadı, koca bir ülke tıpkı Soma’da olduğu gibi, tıpkı depremde olduğu gibi yine enkazın altında kaldı. Bu ise unutturulmaya çalışılsa da aslında dibine kadar politik bir mesele. Türkiye, ülkeyi sermayenin çıkarları adına yarı-sömürge haline getirip bunun üzerine vatan, millet, Sakarya hamasetini örtenlerin, Mustafa Kemal’e “soysuz” diyerek beddua edenlerin elinde adım adım çürüyor, toplum adım adım çözülüyor, sağcılık adlı siyanür tüm ülkeyi zehirliyor. Tüm bunlar olurken düzen muhalefeti de “aydın”lar da olan bitene suç ortaklığı yapıyor. 

Sermayenin bitimsiz kâr hırsıyla sağcı pespayeliğin, şeriata dokunulmazlık ilan etme aşamasına gelmiş dinci gericiliğin cenderesine düşmüş Türkiye’nin buradan nasıl çıkacağına dair kurucu bir iradeye ihtiyacı var. Ya o irade inşa edilecek ya da siyanürlü topraklar altında boğulmaya devam edeceğiz.